Evliyalar, Alfabetik Evliyalar Listesi
Abdülhakîm Arvâsî
  30 Mart 2018 Cuma , 23:26
Evliyalar, Alfabetik Evliyalar Listesi; Türkiye evliyaları, Ankara evliyaları, Abdülhakîm Arvâsî

ruh Bilgilerinin, Tasavvuf İlminin mütehassısı, Son Asır Âlim Ve Velîlerinden. 1865 (h.1281)'te Van Vilâyetinin başkale Kasabasında Doğdu. 1943 (h.1362)'de Ankara'da Vefât Etti. Kabri, Ankara yakınındaki Bağlum Kasabasındadır.

imâm-ı Ali Rızâ Bin Mûsâ Kâzım Soyundan Olup Seyyiddir. Hazret-i Ali'ye kadar Bütün Babaları Âlim Ve Velî İdi. Birçoğu Zamânının Kutbu, Devrinin En büyük Evliyâsı Ve Rehberiydi. Babası Seyyid Mustafa, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin oğlu Seyyid Ubeydullah'ın Halîfesiydi. Gördüğü Kimsenin Hangi Namazı kılmadığını, Allahü Teâlânın İhsânı İle Yüzünden Anlardı. Dînin Emir Ve yasaklarına Bağlılıkta Fevkalâde Titiz, Din Bilgilerini Yaymada Gayretli Ve Çok cömertti. Âlimlere, Bilhassa On Yedinci Asırda Hindistan'ın Siyalkut Şehrinde ıslâm âlemini Her Yönüyle ışıklandırmış Olan Abdülhakîm Siyalkûtî Hazretlerine Pekçok muhabbeti Vardı. Bir Oğlu Olursa Ona Abdülhakîm İsmini Verecekti. Seyyid mustafa Efendinin Bir Oğlu Olduğu Gece, Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin torunlarından Büyük Âlim Seyyid Tâhâ Hazretlerinin Küçük Birâderi Abdülhakîm efendi Kendisinde Misâfirdi. Seyyid Mustafa Efendinin İçindeki Dileğine Bu ilâhî Hikmet De Eklenince, Doğan Oğluna Abdülhakîm İsmini Verdi.

seyyid Abdülhakîm Arvâsî İlk Bilgileri Babasının Yanında Öğrendi. Sonra Başkale'de ibtidâî Ve Rüştiye Mekteplerini Bitirdi Ve O Zaman İlim Ve İrfan Merkezi Olan ırak'ın Çeşitli Şehirlerinde, Müküs Kazâsında Yüksek Âlimlerden, Arap Ve Fars dili Ve Edebiyatı, Mantık, Münâzara, Kelâm, İlâhî Ve Tabiî Hikmet, Fen Ve matematik, Tefsîr, Hadîs, Fıkıh Ve Tasavvuf Dersleri Aldı. Nehrî'de Gördüğü Bir rüyâ Üzerine Tahsîline Daha Büyük Ehemmiyet Verdi. Bu Rüyâyı Şöyle Anlatmaktadır:

nehrî İsimli Kasabada Din Ve Fen İlimleri Üzerine Tahsil Görüyordum. ramazan Ayını Âilemle Birlikte Geçirmek Üzere Memleketime Döndüm. Henüz İlk mektep Kitaplarını Tahsîl Ettiğim Zamanlardı. Ramazan Ayının On Beşinci Salı gecesi, Rüyâda Allah'ın Resûlünü Gördüm. Yüce Bir Taht Üzerinde Risâlet Makâmında oturmuşlardı. O'nun Heybet Ve Celâli Karşısında Dehşete Düşmüş, Yere Bakarken, arkamdan Bir Kimse Yavaş Yavaş Sağ Tarafıma Yanaştı. Göz Ucuyla Kendisine Baktım. kısaya Yakın Orta Boylu, Top Sakallı, Aydınlık Alınlı Bir Zât... Bu Zât Sağ kulağıma İşitilmeyecek Kadar Hafif Bir Sesle, Fıkıh İlminin Hayz Meselelerinden bir Suâl Sordu: "hayz Zamânında Bir Kadının, Câmiye Girmesi Uygun Değilken, iki Kapılı Bir Câminin Bir Kapısından Girip Öbür Kapısından Çıkmakta Şer'an serbest Midir?" Allah Resûlünün Heybetlerinden Büzülmüştüm. Suâli Tekrar sormaması İçin Gâyet Yavaşca Ve Alçak Bir Sesle; "dînin Sâhibi Hazırdır, buradadır." Diye Cevap Verdim. Maksadım, Şerîat Sâhibinin Huzûrunda kimsenin Din Meselelerine El Atamayacağını Anlatmaktı. Resûlullah Efendimiz, ses İşitilemeyecek Bir Mesâfede Bulunmalarına Rağmen Cevâbımı Duydular. Durmadan; "cevap Veriniz!" Diye Üst Üste İki Defâ Emir Buyurdular.

ertesi Gün, Öğle Namazı Vaktinde Pederimin Câmiye Geliş Yolları Üzerinde durdum. Kendilerine Bir Şeyi Arzedeceğimi Hissederek Yanıma Geldiler. Rüyâmı anlattım. Yüzlerine Büyük Bir Sevinç Dalgası Yayılırken; "seni Müjdelerim! âlemin Fahri Seni Mezun Ve Din Bilgilerini Tebliğe Memur Buyurdular. ınşâallah âlim Olursun! Bütün Gücünle Çalış." Diyerek Rüyâmı Tâbir Etti. Babama; "kâinâtın Efendisi Huzûrunda, Bunca Din Meselesi Dururken Bana Hayz Bahsinden suâl Açılmasının Ve Cevâbının Tarafımdan Verilmesi Hakkındaki Resûlullah'ın emrinin Hikmeti Nedir?" Diye Sordum Şu Cevâbı Verdi:

"hayz, Fıkıh Bilgilerinin En Zoru Olduğu İçin Böyle Bir Suâl, Senin ileride Din İlimleri Bakımından Çok Yükseleceğine İşârettir.

bu Rüyâdan Sonra, On Sene Müddetle, Cumâ Gecelerinden Başka Hiç Bir Geceyi yorgan Altında Geçirdiğimi Hatırlamıyorum. Sabahlara Kadar Dersle Uğraşıp insanlık Îcâbı Uykuyu Kitap Üzerinde Geçirdim. ınsan Gücünün Üstünde denilebilecek Bir Gayret Ve İstekle Çalıştım.

seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, Öğrendiği Fıkıh, Tefsîr Gibi İlimlerin yanında Kendisini Mânevî Yoldan Yetiştirecek Bir Rehbere Kavuşma Arzusu İle Yanıyordu. diğer Taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî'nin Halîfesi Seyyid Fehîm-i Arvâsî, Rüyâsında allahü Teâlânın Resûlünü Gördü. Peygamber Efendimiz Kendisine; "abdülhakîm'in Terbiyesini Sana ısmarladım." Buyurmuştu.

nihâyet Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri 1878 (h.1295) Yılında Seyyid fehîm-i Arvâsî Hazretlerinin Huzûruna Kavuştu Ve Hocasından Aldığı İlk Emir, tövbe Ve İstihâre Oldu. ıstihârede Şöyle Bir Rüyâ Gördü:

seyyid Tâhâ Hazretleri, Câmide, Talebesi Seyyid Fehîm'e Şu Emri Veriyordu: "abdülhakîm'i Al, Elbisesini Soy, Cevâzimât-ı Hams Çeşmelerinde Kendi elinle Tamâmen Yıka! Sonra İkimize De İmâm Olsun!.. Seyyid Fehîm Hazretleri Onu alıp Cevâzımât-ı Hams Çeşmelerinde Yıkıyor, O Da Elini Onun Omuzuna Koyarak, Sağ ayağını Kendisi İçin Serilmiş Olan Seccâdeye Bırakıyordu.

bu Rüyâ Onun Talebeliğe Kabûl Edildiğine Dâir Gâyet Açıktı. Tâbire Muhtaç Kısmı sâdece Cevâzımât-ı Hams Tâbiri İdi. Cevâzım Cezm'in Çoğulu Olup Kat'î, Kesin demektir. Hams Yâni Beş Adedi İse Âlem-i Emrin, Latîfenin Tasfiyesine İşâret olduğu Açıktı. Rüyânın Başka Tâbire Muhtaç Olmayan Açıklığı Ayrı Bir İlâhî lütuf Ve Sonsuz Bir İhsândı.

seyyid Abdülhakîm Arvâsî, Gördüğü Bu Rüyânın Tesiri İle Büyük Bir Aşkla ilim Tahsîl Edip, İlimde İlerlediği Gibi, Seyyid Fehim Hazretlerinin Sohbet Ve teveccühleri İle Gönlünü Nurlandırdı. 1882 (h.1300)'de Zâhirî İlimlerde İcâzet aldıktan Sonra, 1888 (h.1305)'de Tasavvufta Nakşibendî Yolundan İcâzet Aldı. ancak Nakşî Tarîkatında H. 1000 Târihinden Sonrakiler İlk Asırdakilere Benzer olduğuna Dâir İşâretler Bulunduğundan, Nakşîlikten Mezun Olanlar, Kübreviyye, sühreverdiyye, Kâdiriyye Ve Çeştiyye Tarîkatlerinden De Mezun Sayılıyordu. abdülhakîm Arvâsî Hazretleri De Mürşîdi Seyyid Fehîm Hazretleri Tarafından Nakşibendî, kâdirî, Sühreverdî, Kübrevî Ve Çeştî Tarîkatlerinden De İcâzet Aldı.

bundan Sonra Memleketi Arvas'a Dönen Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerinin Burada büyük İlmî Faâliyetleri Oldu. Bunu Kendileri Şöyle Anlatmaktadır:

memleketimizde, Mevcut Medreselerden Ayrı Olarak, Bana Miras Kalan mallardan Bir Medrese Yaptırdım. Mevcut Kitaplara İlâve Sûretiyle Zengin Bir kütüphâne Kurdum. Talebenin Yiyeceği, Giyeceği, Yatacağı, Yakacağı Tarafıma Ait olmak Üzere De O Medresede 29 Yıl Ders Okuttum. Birçok Âlim Ve Fâdıl Yetiştirdim. bunları Gönderdiğim Yerler Âdetâ İrfan Nûruyla Doldu. O Civarda Medresemiz İlim feyziyle Şöhret Buldu. Vâlilerin, Üst Kademedeki Memurların, Bilhassa Uzak yerlerdeki Âlimlerin Bile Övgüyle, Sitâyişle Bahsettikleri Bir İlim Merkezi oldu. Medresemizden Yetişen İlim Adamlarının Okumalarına Mahsus Kitapları ıstanbul'dan getirtiyordum. Medresemin Bağlıları Bu Kitapları Aşîretler Ve Kabîlelere gönderip Onları İlim Nûruyla Aydınlatırlardı. Mezunlarımızdan Bâzıları Vilâyet, sancak Ve Kaza Merkezlerinde Müftî Olarak Vazîfelendirilirdi. ıçlerinden Muhtaç olanları Ev Eşyâlarını Tedârik Ederek Evlendiriyordum. ıran'ın Sınır Boyundaki halk Bu Kişilerin Gayretleri Sâyesinde Sünnîlikte Devâm Ediyorlar Ve kendilerini Görenler, ıslâma Bağlılıkları Karşısında Hayrete Düşüyorlardı.

seyyid Abdülhakîm Efendi, 1897 Yılında Hac Vazîfesi İle Hicaz'a Geldiğinde önce Medîne'ye Gelip Peygamber Efendimizin Kabr-i Şerîfini Ziyâret Etti. Yanında hacı Ömer Efendi İsimli Eşraftan Bir Zât Vardı. Onunla Berâber Bir Gece, mübârek Ravza'da Akşam Namazından Sonra, Yüzünü Saâdet Şebekesine Döndürmüş, son Derece Edeb Ve Hürmet İçerisinde Beklerken, Sağ Tarafında Oturan Hacı Ömer efendi Kulağına Eğilip Yavaşça:

"refikam, Şu Anda Özür Sâhibidir. Peygamber Mescidini Ziyârete gelemez. Bâb-üs-selâm'dan Girerek Peygamber Huzûrunda Bir Selâm Verip, Bâb-ı cibrîl'den Çıkmasına Şer'an Müsâde Var Mıdır?" Dedi.

seyyid Abdülhakîm Hazretleri O Anda 25 Yıl Önceki Rüyânın Hatırına Gelmesi ile Korkuyla Sarsıldı. Hacı Ömer Efendinin Yüzüne Bir Daha Baktı. Evet 25 Yıl önce Rüyâsında Gördüğü Şahıs Da Bu Şahıstı. Yavaşça:

"bu Suâlin Cevâbına Mezun Olmak Şöyle Dursun, Bilakis Memurum!" buyurdu. Ancak Rüyâda Olduğu Gibi Resûlullah Efendimizin Huzûrunda Bulunduğundan cevap Vermekte Mazur Olduğunu Bildirdi. Bâb-ı Rahme'den Dışarı Çıktıktan Sonra hem Meseleyi Cevaplandırdı Ve Hem De Rüyâyı Tafsilâtı İle Anlattı.

şeyh Abdülhakîm Efendi 1907'deki Haccı Sırasında Büyük Evliyâ Şeyh Ziyâ mâsum'un Yüksek İltifatlarına Mazhar Oldular. Birlikte Vedâ Tavâfını yaparlarken Şeyh Ziyâ Masum Hazretleri Kendisine:

"mürşidin Seyyid Fehîm Hazretleri Tarafından Nakşibendî, Kâdirî, sühreverdî, Kübrevî, Çeştî Tarîkatlerinden Memur Ve Mezun Olduğun Gibi İlâveten sana Üveysîlik Yüksek Yolundan Da İcâzet Verdim." Buyurdular.

seyyid Abdülhakîm Efendinin İkinci Haccından Dönüşünden Bir Müddet Sonra Doğuda karışıklıklar Başgöstermeye Başladı. 1914 Yılında Birinci Dünyâ Harbinin Başlarında rus Askeri ıran Tarafından Gelerek Doğu Anadolu'yu İşgâle Başladı. Bir Taraftan da Ermenileri Silahlandırarak Masum Türk Halkı Üzerine Kışkırtıyorlardı. Bu Acıklı günleri O Mübârek Zât Şöyle Nakletmektedir:

hızla Silâhlanan Ermeniler, Müslümanların Mallarını Yağma Etmeye koyuldular. O Sırada Bizim Evimizi De Tamamiyle Yağmaladılar, Soydular Ve hiçbir Şey Bırakmadılar. Kışın Başlangıcı Sıralarında, Âile Efrâdımız, Yakındaki dağ Ve Köylere Kaçıp Sığınmaktan Başka Çare Bulamadılar. On Gün Sonra Allahü teâlânın Lütfu Ve İnâyeti İle Kasaba Geri Alındı Ve Âilece Oraya Dönüldü. O Kış, malsız Ve İmkânsız Olarak Günü Gününe Yaşadık Ve Bin Zorlukla Bahara Girdik. mayıs Ayında Düşman Kasabamıza Bir Saatlik Mesafeye Yaklaştığından Hükümet tahliye Emrini Verdi. Tekrar Dağlara Ve Çöllere Döştük. Evlerimizi, Çarşılarımızı, medreselerimizi, Câmilerimizi Tamamiyle Yakıp Kül Ettiklerini Haber Aldık. Bu vaziyetten Sonra Bize Hicret Yolu Göründü. Düşman İstilâsına Devam Ederek Van, Şafak ve Nurduz'u Ele Geçirmişti. Keldânî Aşîretleri İle Ermeniler Dünyânın Yaratılışından beri Görülmedik Zulüm Ve Vahşete Yol Açıyorlardı. Hicret Edenlere Masiru Adındaki bir Dereden Yol Bulup Gitmekten Başka Çâre Kalmamıştı. Bu İstikâmete Yol Veren bir Derenin İki Yanındaki Düzlükte Çoğu Kadın Ve Çocuktan İbâret Olan Birkaç bin Nüfus Dağlara Sığınmıştı. Zîrâ Eli Silah Tutanların Hemen Hepsi Erzurum taraflarında Ve Cephede Bulunuyorlardı. Tamamen Müdâfaasız Kimselerden Meydana gelen Göç Topluluğu Bir Ana-baba Günü Manzarasıyla Yol Alıyordu. Ermeni fedâileri İse Nurduz'dan Beri Bu Perişan Muhacirleri Takip Ediyor, Genç Kız Ve kadınları Esir Edip Götürüyor, Büyük Bir Kısmını Şehîd Ediyor, Kalanları Tekrar takibe Koyuluyordu. Zaho'nun Dağ Ve Çöllerinde Muhacirlerin Yüzde Yetmişi Açlıktan can Verip Ve Hatta Hayvanlara Ve Kuşlara Yem Oldular. Memleketinde Hanedan seviyesinde Ve Zengin Olanlar Hicrette Mahv Ve Perişan Oldular.

bizimle Beraber Yirmi Dokuz Köyün İhtiyarları, Kadınları Ve Çocukları ıssız çöl Ve Dağlarda Elimize Ne Geçerse Yiyip Bin Türlü Meşakkat Ve Zahmetle O Sene haziranın Birinci Gecesi Ravandız'a Girdik. Memleketimiz Soğuk İklimlerden Olduğu hâlde Ravandız Gibi Harareti 45 Dereceden Ziyâde Bir Yerde 90 Gün Oturduk. eylülün İkinci Günü Erbil'e Çoğumuz Hasta Olarak Girdik. Kardeşim Seyyid ıbrâhim efendiyi Kara Toprakta Allah'ın Rahmetine Bıraktığımız Gibi, Şeyhler Hanedanı adını Alan 9 Erkek Kardeşi Ve 4 Amcamın Kız Ve Erkek Değerli Fertlerini Erbil ve Civarında Toprağa Verdik. Ekim Ayının Dokuzuncu Günü Musul'a Vardık. Burada meşhur Celilîzâdelerin Yaş Bakımından Büyüğü Bulunan Hacı Emin Efendi Tarafından o Vaktin Rayicine Göre, Aylık Otuz Altın Lira Kirası Olan Yirmi Odalı, Harem Ve selamlık Daireleri, Bedelsiz Olarak Bize İhsan Edildi.

burada On Sekiz Ay Kadar Oturduktan Sonra, Ayrılmak Üzere Vedâ Ederken, gönlümüzü Hoş Ederek; "bu Evde Kırk Sene Otursaydınız, Yine Kirâ Almazdım." dedi. Allahü Teâlâ Kendisinden Râzı Olsun.

devamlı Olarak, Bağdat'ta Gavs-ı Âzam Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin türbesi Civarında Oturup Orasını Vatan Edinmek Arzusunda Bulundumsa Da, O civarlarda İngiliz Muharebeleri Pek Şiddetlenmiş Bulunduğundan, Geçici Olarak, yine Musul'da Kaldık. Daha Sonra Nüfusumuz Yüz Elli İken Ancak Altmış Altı nüfusla, Çöl Ve Sahraları, Allah'ın Yardımıyla Aşarak Adana'ya Geldik. Adana'da çeşitli Hastalıklar Sebebiyle Defn Ettiğimiz Nüfustan Kalan 20 Kişi İle Eskişehir'e geldik. Bunlardan Bir Kısmı Konya'da Kaldılar. Geçim Darlığından Büyük Sıkıntı içinde Yaşadılar. Biz İse 1918 Senesinin Nisan Ayı Ortalarında İstanbul'a geldik. Dâhiliye Nezareti (ıçişleri Bakanlığı) Müsteşarı Olup Sonra Evkaf Nazırı olan Ulemâdan Hayri Efendi Tarafından, Şu Anda Sağlık Ocağı Olarak Kullanılan eyyûb Sultan Yazılı Medresede Yerleştirildik. Dağılmış Âile Efrâdımı, Allah'ın inâyeti İle Orada Toplamaya Muvaffak Oldum. ıstanbul'a Bu Sûretle Sevk-i İlâhî ile Geldik. Yollarda Görülen Meşakkat Ve Sıkıntılar Son Buldu.

seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Daha Sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Kaşgari dergâhının Şeyhliği, İmâmlığı Ve Vâizliği İle Vazîfelendirildi. Bu Arada 5 Ağustos 1919'da Sultan Vahideddîn Han Tarafından Süleymâniye Medresesine Tasavvuf müderrisi (ordinaryüs Profesörü) Olarak Da Tâyin Edildi. Böylece Hem Çeşitli câmilerde Vâz Ederek Ve Hem De Üniversitede Hoca Olarak ıslâmiyeti Yaymaya, Din düşmanlarını Susturmaya Ve Sindirmeye Başladı.

seyyid Abdülhakîm Efendi Din Bilgilerinde Ve Tasavvufun İnce Bilgilerinde çok Derin İdi. Üniversite Mensupları, Fen Ve Devlet Adamları, Çözülemez Sandıkları güç Bilgileri Sormaya Gelir, Sohbetinde, Dersinde Bir Saat Kadar Oturunca, cevâbını Alır, Sormaya Lüzum Kalmadan, O Bilgi İle Doymuş Olarak Geri Dönerdi. teveccühünü, Sevgisini Kazananlar, Sayısız Kerâmetler Görürdü. Çok Mütevâzi, pek Alçak Gönüllü İdi. Ben Dediği Hiç İşitilmemişti. ıslâm Âlimlerinin Adı geçtiği Zaman:

"bizler O Büyüklerin Yanında Hazır Olsak Sorulmayız, Gâib Olsak aranmayız." Ve;"bizler O Büyüklerin Yazılarını Anlayamayız. Ancak bereketlenmek İçin Okuruz." Buyururdu. Halbuki Kendisi Bu Bilgilerin mütehassısı İdi.

sultan Vahideddîn Han Kendilerini Çok Sever, Takdîr Ederdi Ve Duâlarını isterdi. Nitekim Abdülhakîm Efendi Hazretleri Şöyle Anlattı:

memleketin İşgâl Altında Bulunduğu Ve Kurtuluş Savaşının Başladığı günlerdi. Beşiktaş'ta Sinanpaşa Câmiinde Vâz Edip Çıkıyordum. Kapı Önünde Duran bir Saray Arabasından, Kibar Bir Bey İnip; "el Melikü Yakraükesselâm Ve yed'ûke İletta'âm." Yâni "sultan Sana Selâm Ediyor Ve Seni İftara Çağırıyor." dedi. Araba İle Saraya Gittik. ıstanbul'un Seçilmiş Vâizleri, İmâmları Çağırılmıştı. yemekten Sonra Ser Müsâhib Geldi. Sultanın Selâmı Var. Hepinizden Ricâ Ediyor. anadolu'da Kâfirlerle Çarpışan Kuvây-ı Milliyenin Gâlib Gelmesi İçin Duâ etmenizi Ve Anadolu'daki Mücâhidlere Para Ve Duâ İle Yardım Etmeleri, Eli Silah tutanların Onlara Katılmaları İçin Milleti Teşvik Etmenizi Ricâ Ediyor, Dedi. bu Emir Üzerine Çok Kimseyi Anadolu'ya Gönderdim. Çok Yardım Yapılmasına Sebeb oldum.

bir Defâsında Da Sultan Vahideddîn Han, Ramazân-ı Şerîf Ayında Hırka-ı seâdetin Bulunduğu Odayı Ziyâret Edecekti. Seyyid Abdülhakîm Efendi'yi De Dâvet etti. Diğer İleri Gelen Devlet Adamları Ve Din Adamları Da Oradaydı. Bu Vakanın devâmını Hizmetlerini Gören Şakir Efendi Şöyle Nakletmektedir:

sultan Tam Hırka-i Seâdetin Bulunduğu Odanın Kapısına Gelince, Abdülhakîm efendi Nerededir? Diye Sordu. Oradaki Kalabalık Birbirlerine Bakıştılar. O isimde Birisini Tanımıyorlardı. Arkaya Doğru Haber Verdiler. Efendi Hazretleri, benim İsmim Abdülhakîm'dir Deyince, Sultan Sizi İstiyor Deyip, Hemen Yol Açtılar. sultan Kendilerini Bekleyip Yanyana Biri Dünyâ, Biri Âhiret Sultanı Olarak, sultanü'l-enbiyâ Peygamber Efendimizin Seâdetli Hırkalarının Bulunduğu Odaya girdiler. Berâberce Ziyâret Ettiler. Çıkınca Sultan Bereket Sayarak Orada olanlara Birer Mendil, Ona İse İki Mendil Hediye Etmişler. Ben Dış Kapıda efendi'yi Bekliyordum. Geldiler Ve Ziyâretlerini Anlattılar. "sultan herkese Bir Mendil Verdi, Bana İki Tane Verdi. Birisi Senindir." Deyip birini Bana Verdiler.

abdülhakîm Arvâsî Hazretleri Siyâsete Hiç Karışmamış, Siyâsî Fırkalara Bağlanmamıştır. bölücülüğe Karşıydı. Talebeleri Kendisine Tekkelerin Kapatılması İle İlgili olarak Sorduklarında:

"hükümet, Tekkeleri Değil, Boş Mekanları Kapattı. Onlar Kendi kendilerini Çoktan Kapatmışlardı." Demiştir. Bu Muazzam Görüş, O Günlerin umûmî Mânâda Tekke Ve Dergâh Tipine Âit Teşhislerin En Güzelidir.

kânunlara Uymakta Çok Titiz Davranır, Konuşmalarında Da Bunu Tavsiye ederdi.

abdülhakîm Efendinin Yemesi, İçmesi, Yatması, Kalkması, Konuşması, Susması, gülmesi, Ağlaması Hep ıslâmiyete Ve Resûlullah Efendimizin Hâline Uygundu. Onun yemesini Gören Sanki Âdet Yerini Bulsun Diye Yiyor Zannederdi. Az Yer, Lokmaları küçük Alır Ve Yavaş Yerdi. Yakınları Onu Otuz Senedir Kaylûle Yaparken Veya yatarken Bir Defâ Olsun Sırt Üstü Veya Sol Tarafına Dönüp Yatmadığını Söylemişlerdir. hep Sağ Yanı Üzerine Yatar, Sağ Elinin İçini Sağ Yanağı Altına Koyar, Öyle yatardı. Her Hâli İstikâmet Üzere İdi. "ıstikâmet Yâni Allahü Teâlânın Beğendiği doğru Yol Üzere Olmak Kerâmetin Üstündedir." Sözünü Sık Sık Tekrar Ederdi.

talebelerinden Bâzıları O İlim Deryâsı Büyük Velîden Şu Sözleri Ve Menkıbeleri nakletmişlerdir.

her Vesîle İle Sohbetlerinde Namazdan Bahsederlerdi. "namaz, Aman namaz, Nerede Ve Ne Şart Altında Olursa Olsun Mutlaka Namaz Kılın." buyururdu.

yine Buyurdu: "bir Vakit Namazımı Kaybetmektense, Dünyâları Kaybetmeyi tercih Ederim."

talebelerinden Birisi Edeb Hakkında Sorduğunda;

"edeb Hudûda, Sınırlara Riâyet Etmek Onu Taşmamaktır. En Büyük Edeb ise İlâhî Hudûdu Muhâfazadır, Gözetmektir." Buyurdu.

talebelerinden Birisi Dünyâ Sıkıntılarından Bahsediyordu. Anlatması bittikten Sonra;

"allahü Teâlâya İnanan Ve Güvenen Kimse Neden Mahrumdur. Allah'tan mahrum Olan İse Neye Mâliktir." Buyurdu.

bir Gün Sed Kenarında Hasır Koltuklarında ıstanbul'a Doğru Bakarlarken Yanındakilere dönerek;

"şu ıstanbul Ne Garip Belde! ınsan Mümin Olmak İçin De, Kâfir Olmak için De Burada Her Vâsıtayı, Her İmkânı Bulabilir." Buyurdu.

bir Gün Bir Derslerinde Şöyle Buyurdular:

"bizim Meclisimizde Bulunanlar, Sükût İçinde Otursalar Ve Sükûttan Başka bir Şey Görmeseler Bile, Din Bahsinde Âlim Geçinenlerin Hatalarını Keşfederler, bir Bir Çıkarırlar."

kapalıçarşı'dan Geçerken Karşılarına Tanıdıkları Bir Dükkancı Çıktı. Adam hal Hatır Faslından Sonra; "efendim. Duâ Edin De Allahü Teâlâ Ümmet-i muhammed'i Kurtarsın." Deyince, O Da Cevâben:

"siz Bana O Ümmeti Gösterin. Ben De Kurtulduğunu Haber Vereyim. Hani nerede O Ümmet!" Buyurdu.

talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi Anlatır:

tahsîlimi ıstanbul'da Yaptım. Arabî Ve Fârisî'yi İyi Bilirdim. Her toplulukta Söz Sâhibiydim. Bir Gün Beni Abdülhakîm Arvâsî Hazretlerine götürdüler. Maksadım Orada Da Söz Sâhibi Olmaktı. Kendisine Çok Yakın Bir sandalyeye Oturdum. Sohbete Başladı. Hemen Sonra Sandalyede Oturmaktan Hayâ edip, Yere İndim. Sohbette, Hiç Bilmediğim, Duymadığım Şeyleri Anlatıyordu. Yakınında yere Oturmaktan Da Hayâ Edip Biraz Geri Çekildim. Biraz Daha Biraz Daha Derken nihâyet Kendimi Kapının Önünde Buldum. Nerede İse Kapıdan Dışarı Çıkacak Hâle gelmiştim. Ben Yıllarca Şeyhlik Postunda Oturmuş Talebeleri Olan Biriydim. seyyid Abdülhakîm'i Görünce Ancak Talebe Olacağımı Anladım Ve Talebelerime:

"seyyid Abdülhakîm Efendiyi Görünce, Tanıyınca Şeyhliğin Ne Olduğunu anladım, Eteğine Yapışmaktan Başka İşim Kalmadı." Dedim. O Büyük Zâta talebe Olmakla Şereflendim.

otuz Yıl Boyunca Yanından Ayrılmayan Yakını Şakir Efendi Anlatır:

bir Sabah Dergâhın Mescidinde Namaz Kılıyorduk. Efendi İle İkimizdik. Her zamanki Gibi Beni İmâm Yaptılar. Mescidin Giriş Kısmı Baştan Başa Camekân Olduğundan girişteki Sofa Şeklinde Oturma Yerinden Mescidin İçi Apaçık Görülürdü. Biz namaza Hazırlanırken Zevcem De Gelip Sofa Kısmında Çaylarımızı Hazırlamaya koyulmuştu. Namaz Ve Duâ Bitince, Sofaya Geçtik. Gördük Ki Semâverin Etrafında iki Çay Bardağı Yerine Bir Sürü Bardak. Zevceme, Bu Kadar Bardağa Lüzum Olmadığını söyleyip, Niçin İkiden Çok Bardak Getirdin, Deyince, Şu Cevabı Aldım: "hayret! Arkanızda Büyük Bir Cemâat Vardı. Şimdi Dağılmış."

yine Şakir Efendi Naklediyor:

ızmir'de Hisar Câmiindeydik. Huzurlarına On İki Yaşında Bir Çocuk getirdiler. Çocuk Dilsizdi. Anne Ve Baba Çocuklarını Kapmış, Haberini Aldıkları bu Allah'ın Sevgili Velî Kulunun Huzûruna Duâ Etmesi İçin Getirmişlerdi. Çocuk yürüyüp Geldi. Ellerini Öptü. Abdülhakîm Efendi Hazretleri Çocuğa Kısa Bir nazar Etti Ve; "oğlum İsmin Nedir?" Diye Sordu. Çocuk Birden Cevap verdi: "ahmed!" Anne Ve Baba Çocuklarının Konuştuğunu Görüp, hayretler İçinde Sevinç Gözyaşları Döktüler.

talebelerinden ılyas Efendi Anlatır:

bir Gün Yaşlı Bir Kadın Marangoz Dükkanıma Gelip; "bir Odalı Evim Var. ıkinci Bir Oda Yaptırıyorum. Kiraya Verip Onunla Geçineceğim. Bedelini Kira parasından Vermek Üzere, Bana Bir Kapı Ve Pencere Yapar Mısın?" Dedi. Yarın gel, Konuşuruz Dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakîm Efendi'ye Gidip Danışmaktı. ıkindi vakti Dergâhlarına Gittim. Hâlimi Sordular. "müşteri Geliyor Mu?" dediler. "geliyor." Dedim. Fakat Sormak İçin Gittiğim Kadını Unutmuştum. "sipariş Veren Oluyor Mu?" Dediler. "bugün Yok." Dedim. "kadın Müşterileriniz Oluyor Mu?" Buyurdular. Gene Hatırlamadım. bunun Üzerine; "bugün Gelen Kadının İşini Gör!" Buyurdular. Ancak O zaman Hatırlayabildim.

bir Gün Bâyezîd Câmiinde Vâz Verirlerken Konu İle Hiç İlgisi Olmadığı hâlde; "sizden Biriniz, Eve Gidip, Çocuğunu Çatıya Kiremitler Üzerine Çıkmış, güvercin Kovalar Görürse, Bağırmadan, Güzellikle, Yavrum Bak Sana Neler getirdim, Şeker Aldım, Desin, Onu Tutup İçeri Aldıktan Sonra Azarlasın." buyurdu. Vâzı Dinleyen Akhisarlı Bir Zât İçinden Şimdi Bunun Da Ne İlgisi Var diye Geçirdi. Vâzdan Sonra Evine Gidince Baktı Ki Çocuğu Evin Damına Çıkmış, kiremitler Üzerinde Güvercin Yakalamak Peşinde, Nerede İse Kenardan Düşecek hâlde. Çocuk Küçük Olup Üç-dört Yaşındaydı. Hemen Abdülhakîm Efendinin nasihatlerini Hatırladı Ve Öyle Yaptı. Çocuk Düşmekten Kurtuldu.

seyyid Abdülhakîm Arvâsî'nin Uzun Yıllar Hizmetinde Bulunan Kayserili Pamuk tüccarı Abdülkâdir Bey Şöyle Antalır:

bir Yaz Günüydü. Abdülhakîm Efendi İle Eyyûb Câmiinde Öğle Namazını Kıldık. sonra Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin Türbesine Girdik. Başka Kimse Yoktu. sandukanın Ayak Ucunda, Yanyana Diz Üstünde Oturduk. "yanıma Sokul, gözlerini Kapa." Buyurdu. Gözlerimi Kapayınca Hazret-i Ebû Eyyûb Ensârî hazretlerini Ayakta Duruyor Gördüm. Yanımıza Geldi. Uzun Boylu, İri Yapılı, seyrek Sakallıydı. Elini Öptüm. ıkisi Yavaş Sesle Konuştular. Ben İşitmiyordum. edeple Seyrediyordum. "gözünü Aç." Dedi. Açtım. ıkimiz Sandukanın Yanında oturuyoruz Gördüm. Sokağa Çıktık. ıkindi Okunuyordu. "ne Gördün?" dedi. Anlattım. "ben Hayatta İken Kimseye Söyleme." Dedi. Bunu Vefâtından yirmi Dört Sene Sonra Anlatıyorum.

necib Fâzıl Kısakürek Anlatır:

sene 1941... Almanlar Sınırımızda. Ben, Bir Gazetede Çıkan Yazılarımda Da üstüne Bastığım Gibi, ıkinci Dünyâ Harbine Girmemizin Bir An Meselesi Olduğuna kâniim. Bu Meseleyi Huzûrlarında Savunuyorum. Lütfen Dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından Birkaç Kişi Ve Avukat Mahmûd Veziroğlu İsminde Kendisini sevenlerden Bir Zât... Harbe Sürüklenmek Mecbûriyetimizi Riyâzî Bir Vâkıa hâlinde Gösteriyor Ve Anlatıyorum. Sonuna Kadar Dinledikten Sonra Buyurdular ki: "harbe Girilmez. Yalnız Birinci Cihân Harbinde Olduğu Gibi Pahalılık olmasa, Vesîka Usûlü Çıkmasa." Buyurdukları Gibi Oldu. Harbe Girmedik. fakat Pahalılık, Vesîka Usûlü Milleti Kavurdu. Mahmûd Bey, Bana Bu Kerâmeti Sık sık Tekrar Eder Ve; "müthiş, Müthiş!.. Herkes Harbi Beklerken; "harbe girilmez." Ve Kimse Vesîka Usûlünü Beklemezken "o Olacak." buyurmaları Büyük Kerâmet." Derdi.

fâruk Bey Anlatır:

bundan Yıllarca Evvel, Oğlum Nevzad, O Zamanlar Oturduğumuz Apartman Katının balkonundan Aşağıya, Beton Bir Zemin Üzerine Düştü. Çocuğu Koma Hâlinde Bir hastahâneye Dar Attık. Ayıldı. Fakat Aklî Melekelerini Kaybetmiş Haldeydi. ıstanbul'a götürdük. Bütün Mütehassıs Sinir Ve Akıl Doktorlarına Gösterdik. Hemen Hepsi ümit Göremediklerini Söylediler. Bir Rum Doktor Erken Bunama Teşhisini Koydu Ve şifâsı Yok Hükmünü Bastı. Bülûğ Çağındaki Çocuğumu, Büyük Amcası Abdülhakîm efendinin Kollarına Teslim Ettim. Çocuk Tekkede Kırk Gün Kaldı. Bu Müddet içinde, Onu Nazarlarından Ayırmadılar. Sâdece; "mahzûnum, Mahzûnum!" diye İçlenerek İşi, Allahü Teâlâya Havâle Ettiler. Kırk Gün Sonra Nevzad, Hiç bir Zaman Sâhib Olmadığı Maddî Ve Mânevî Bir Sıhhate Kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun Yıllar Dsı'de Avukatlık Yaptı, Oradan Emekli Oldu. Abdülhakîm efendi, Birâderzâdeleri Olan Fâruk ışık Efendiyi Çok Severdi. Birisini medhetmek İsteseydi; "fâruk Hâriç Hepimizden İyidir." Derdi. Kabri, abdülhakîm Arvâsî'nin Ayak Ucundadır.

bâyezîd Câmiinde; Erzincan Zelzele Felâketinden Bir Hafta Kadar Önce: "allahü Teâlâ, Zinânın Âşikâr Olduğu Yerlere Zelzele İle Cezâ Verir. erzincan Gibi." Buyurmuşlar. Kimse O Esnâda Bu Mânâyı Anlayamamış, Ama Bir hafta Sonra, Duyanlar Bu Büyük Bir Kerâmetti, Anlayamadık Demişlerdir.

talebelerinden Tâhir Efendi Anlatır:

abdülhakîm Efendi Hazretleri Buyurdular Ki: "evliyânın Huzûruna Dolu giden Boş, Boş Giden Dolu Döner."

bir Gün Bana; "tâhir Efendi, Evinde Kitap Kalmasın, Kitapları Evden Çıkar, başkalarına Ver." Buyurdular. Eve Gittim. Kıymetli Kitaplarıma Kıyamadım. emirleri Yerine Gelsin Diye, Birkaç Kitap Verdim. Yatsıdan Sonra Yattım. abdülhakîm Efendiyi Gördüm. "tâhir, Kitapları Evden Çıkardın Mı?" buyurdular. Kalktım. Abdest Aldım. ıki Rekat Namaz Kıldım. Yine Yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakîm Efendi Geldi. "hâlâ Kitapları Evde Mi Saklıyorsun?" buyurup, Celâllendi. Korktum. Hemen Kalkıp, Bütün Kitaplarımı Evden Çıkardım. geldim Yattım. Ancak Uyuyabildim. Sonradan Anladım Ki, Bizi Terbiye Etmek İçin, kitaplardan Uzaklaştırıp, Bende Olanları Alıp, Kendinde Olanları Bize Vermek için Bu Yolu Seçmişlerdi.

ne Zaman Abdülhakîm Efendi Hazretlerine Gitsem, Ziyâ Bey Yanında Otururdu. ziyâ Beye Bir Kitap Verir, Okuturlar Ve Îzâh Ederlerdi. Bir Gün Yine Öyle Bir sohbette, Ziyâ Beye Kitap Okutup, Kendileri Îzâh Ediyordu. ıçimden, Benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden İyidir. Niçin Hep Ona Okuturlar Da, Bana Hiç Okutmazlar diye Geçti. O Gece Rüyâda Abdülhakîm Efendinin Huzûrunda İdim. Gene Ziyâ Beye bir Kitap Vermişler, Okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi Sarıklı, Âlim Kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm Efendi, Ziyâ Beyi Bana Gösterip; "biz, Boşuna Emek vermeyiz." Buyurdular. Uyanınca O Düşünceme Çok Pişman Oldum.

bir Gün Abdülhakîm Efendiye Gidiyordum. Yolda, Kendi Kendime, Abdülhakîm efendiye Arz Edeyim, Evliyâlıkta Yükselmek Büyük İş, Bizim Küçük Gayretimizle elde Edilmez, Himmet Buyursunlar Teveccüh Eylesinler De, O Yüksek Makamlara beni Kavuştursunlar Diye Düşünüyordum. Vardım. Bahçed Yalnız Oturuyorlardı. selåâm Verip Ellerini Öptüm. Yüzüme Bakıp; "tahir, Şu Ağaç Ne Ağacıdır?" buyurdu. "manolya" Dedim. "şu Nedir?" Buyurdu. "gül" Dedim. "ya Tâhir! Bunların Suyu Bir, Havası Bir, Toprağı bir De, Niçin Boyları Farklıdır? Meselâ Şu Çimene Ne Yapılsa Gül Ağacı Olabilir mi, Gül De, Manolya Kadar Büyür Mü?" Buyurdu. "hayır Efendim." dedim. "demek Ki, Farklılık İstidadlarından Kâbiliyetten Geliyor. Ve Demek ki, Çim; Ot, Gül Gibi, Gül De Manolya Gibi Olmaz!" Buyurup Tekrar Bana baktılar. "kusurumu Bağışlayın Efendim." Dedim.

bitlis Yolunda Bir Genç, Kışın Tipiye Tutulup, Yolunu Kaybeder. Helâk olacak Halde İken; "yâ Rabbî! Zamânımızın Kutbunu İmdâdıma Yetiştir!" diye Yalvarır. Hemen Siyah Sakallı Birisi Zuhûr Eder, Atın Dizginlerini Tutup, istikamet Verir Ve; "böyle Git, Şehre Varırsın!" Buyurur. Genç, O gaybdan Gelip Kendisine Yol Gösteren Zâtın Şemaline Dikkat Eder. Otuz Sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, Tesâdüfen Vâzında Bulunur. Ben Bu Şeyhi Bir Yerden Tanıyacağım diye Düşünür. Vâzdan Sonra Çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin Yanına Yaklaşır, daha Konuşmadan, Abdülhakîm Efendi; "bitlis'teki Tipi Fırtınasını Mı Hatırladın?" diye Kulağına Hafifçe Söyler. Gözyaşlarını Tutamayıp, Eline Sarılır, Öper... öper.

seyyid Abdülhakîm Efendi, Kendisini Candan Seven Ve Tıbbîyede Okuyan Bir talebesinden Eczacılığı Seçmesini İstedi. Talebe Tıbbiyede Sınıfın birincisiydi. Ancak Anne Ve Teyzesi İse Onun Eczacılığa Geçme İsteğine Şiddetle karşı Çıkarlardı. Böyle Bir Şeye Teşebbüs Ettiği Takdirde Haklarını Helâl etmeyeceklerini Bildirdiler. Genç Büyük Bir Üzüntü İçerisinde Fâtih Câmii avlusuna Geldi. Na Yapacağını Bilmez Bir Hâldeydi. Bir Tarafta Annesi Diğer tarafta İse Canından Çok Sevdiği Hocası. Âniden Aklına Gelen Bir Düşünceyle câmi Avlusuna Girecek İlk Kişiyle İstişâre Etmeye Karar Verdi. Nitekim Biraz sonra Câmi Avlusuna Giren Zâtın Yanına Yaklaşarak; "efendim Size Bir Şey danışmak İstiyorum." Dedi. Buyurun Sizi Dinliyorum Demesi Üzerine; "ben Tıbbiyede Talebeyim. Hocam Tıbbiyeyi Bırakıp Eczâcılığı Seçmemi istiyorlar. Annem Ve Teyzem İse Şiddetle Karşı Çıkarak Haklarını Helâl etmeyeceklerini Söylediler. Ne Yapayım?" O Zat; "senin Hocan Kim evlâdım?" Deyince, "seyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri." Cevâbını verdi. Bu Söz Üzerine O Zat; "evlâdım Senin Hocan Öyle Bir Kimsedir Ki, bin Ana Fedâ Olsun. Hiç Düşünmeden Sözünü Tut!" Dedi. Talebe Bu Söz üzerine Derhâl Eczâcılığa Kaydını Yaptırdı. Daha Sonra Meşveret Ettiği O Zatın yine Abdülhâkim Efendi Hazretlerinin Talebelerinden Cevat Bey Olduğunu Öğrendi. hocasının Bereketi İle Daha Sonra Anne Ve Teyzesi De Haklarını Helâl Ettiler.

diş Hekimi Emekli Albay Sabri Bey Anlatır: Abdülhakîm Efendi, Arada Bir bana, Teyemmüm Nasıl Yapılır Diye Göstererek Öğretirdi. Kendi Kendime, Şimdi Su olmayan Yer Yok, Acaba Neden Bu Kadar Teyemmüm Üzerinde Duruyor Derdim. Vefâtından otuz Sene Sonra, Ellerimde Yara Çıktı. Hatta Bir Başparmağımı Kestiler. doktorlar Ellerine Su Vurmayacaksın Dediler. Üç Sene Teyemmümle Yâni Onların Gösterdiği şekilde Teyemmüm Ederek Namaz Kılmak Zorunda Kaldım.

buyurdular Ki:

kur'ân-ı Kerîm Şifâdır. Fakat Şifâ, Suyun Geldiği Boruya Tâbidir. Pis borudan Şifâ Gelmez.

gerçek Kerâmet, Kerâmetin Gizlenmesidir. Bunun Dışında Görünenler, Velînin irâde Ve İhtiyârı İle Değildir. ılâhî Hikmet Öyle Gerektiriyor Demektir.

allahü Teâlâ Sırrını Eminine Verir. Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez.

ahmaklık, Hatâda ısrar Etmektir.

hak'tan Ve Hak Yolundan Başka Her Ne Düşünülürse, Hepsi Ayrılık Ve Perişanlık yoludur.

din Bilgileri, Dünyâda Ve Âhirette, Huzûru, Seâdeti Kazandıran Bilgilerdir.

bütün Üstünlükler, Faydalı Şeyler, ıslâmiyetin İçindedir.

hakk'ı Sevmedikçe, Hak Teâlâyı Hâkim Bilip, Ona Kulluk Etmedikçe, İnsanlar birbiri İle Sevişemez.

kavuştuğunuz Her Nîmet; Hep Hakka Îmânın Hâsıl Ettiği Kardeşliğin Neticesi ve Allahü Teâlânın İhsânıdır.

temiz Ve Yeni Elbise Giyiniz. Gittiğiniz Yerlerde, Ahlâkınızla, sözlerinizle, Giyinişinizle ıslâmın Vekârını, Kıymetini Gösteriniz.

gördüğünüz Her Musîbet Ve Felâket, Kızgınlığın, Zulüm Ve Haksızlık Etmenin cezâsıdır.

beşeriyet Ne Kadar Uğraşırsa Uğraşsın, Sevip Sevilmedikçe; ızdırap Ve felâketten Kurtulamaz.

allahü Teâlâ Dilediğini Yapar. ıster Sebepli İster Sebepsiz, Dilediği Gibi azap Veya Lütfeder. Güzel Ve Doğru Onun Dilediğidir.

allahü Teâlâ Bize Fadlı, İhsânı İle Tecelli Etsin; Bizi Fadlı İle Korusun! adliyle Tecelli Ederse, Yanarız.

riyâ Olmasın Diye Cemâatten Kaçanlar Ayrı Bir Riyâ İçindedirler.

büyüklerin Sözü, Sözlerin Büyüğüdür.

ılim Cehli İzale Eder, Yok Eder, Ahmaklığı Değil.

cemiyetteki Ruh Hastalıklarının Sebebi, Îmân Eksikliğidir.

dîni Dünyâ Çıkarlarına Âlet Eden Yobazlara Karşı Eyyûb Sultan, Fâtih, bâyezîd, Bakırköy, Kadıköy Ve Beyoğlu Ağa Câmii Kürsîlerindeki Konuşmaları, bunların İftirâlarına Sebeb Oldu. Bunların Tahriki İle Eylül 1943'te tutuklanarak ıstanbul'dan ızmir'e Götürüldü. Bir Müddet Meserret Otelinde Sonra bir Evde Polis Nezaretinde Kaldı. Yakınları, Kendilerinin Bursa'ya Nakli Veya ıstanbul'a iâdesi İçin Birkaç Defâ Teşebbüse Geçtilerse De Her Defâsında Red Cevâbını Aldılar. nihâyet Ankara'ya Nakline Müsâde Çıktı. Bu Karar Üzerine Ankara'da Hacı Bayrâm-ı velî Civârında, Biraderinin Oğlu Seyyid Faruk ışık'ın Evine Geldiler. Bu Sırada hasta Olduklarından Faruk ışık Bey'in Evinde On Sekiz Gün Hasta Yattıktan Sonra 27 Kasım 1943 (h.1362)'te Vefât Ettiler. Vefât Ânında Hafif Bir Zelzele Oldu.

ankara Hiç Sevmedikleri Bir Yerdi. Bu Sebeple Yakınları Mübarek Nâşın ıstanbul'a nakli İçin Resmî Makamlara Başvurdular. Ancak Kabul Edilmedi. Şehrin Belediye Sınırları içinde Ölenlerin Asrî Mezarlığa Gömülmesi Şartı Da Vardı. Bu Yüzden Herkes Eli kolu Bağlı Mahzun Ve Üzgün Bir Durumda Bulunuyordu. Çünkü Kendileri Bu Mezarlığa defnedilmeyi İstemiyorlardı.

o Sırada Evin Ahşap Kapısı Çalındı. Kapıda Kim Olduğu, Nereden Geldiği Belli olmayan Ak Sakallı Bir Adam:

"ankara Civârında Bağlum İsimli Bir Köy Vardır. Oraya Götürünüz, kendilerine Uygun Yer Orasıdır." Dedikten Sonra Dönüp Gitti. Meçhul Adamın arkasından Koştularsa Da Sanki Sır Oldu Ve Ortadan Kayboldu.

keçiören'de Dâmâdı ıbrâhim Arvas Beyin Evinde Gasl, Techiz, Tekfîn Ve Namazı edâ Edildikten Sonra Ankara'nın Kuzeyinde Ve 24 Km Mesâfede Bulunan Bağlum'a getirilerek Defnedildi. Telkinini Kimin Vereceği, Oğlu Fazîletli Ahmed Mekki efendiye Sorulunca; "babam Hilmi'yi Çok Severdi. Onun Sesini İyi Tanır. telkinini Hilmi Versin." Buyurdu. Böylece Telkin Vermek Ve Kabr-i Şerîfine girmek Vazîfeleri Talebesi Hüseyin Hilmi Beye Nasîb Oldu.

 

ağlasın Kan Ağlasın Her Müslüman

çünki, Seyyid Abdülhakîm Terk Etti Cân

 

âlim Ü Âmil, Veliyy-i Kâmil İdi.

zâtına Mevdu' İdi Sırr-ı Nihân.

 

bağlum Nâhiyesi Eskiden Beri Sel, Yağmur, Dolu Gibi Âfetlerin Eksik Olmadığı bir Yerdi. Ancak Bağlum Halkı Seyyid Abdülhâkim Arvâsî Hazretleri Buraya Defn olunduktan Sonra Hiç Âfet Görmediklerini Beyan Etmişlerdir.

seyyid Abdülhakim Efendinin; Sahabe-i Kiram Ve ıslam Hukuku erriyâz-ut-tesavvufiyye İsimli Eserleri Mevcuttur. Ayrıca Talebelerine Gönderdiği risâle Büyüklüğünde Pek Çok Mektupları Vardır. Arabi, Farisi Ve Türkçe Şiirler yazmıştır.

abdülhakim Efendi'nin Üç Oğlu Ve İki Kızı Vardı. Oğullarından Enver Bey hicret Esnasında 1918'de Eskişehir'de Vefat Etti. ıkinci Oğlu Faziletli Ahmed mekki Üçışık Efendi ıstanbul'da Kadıköy Müftiliğinde Bulunmuştur. 1967'de ıstanbul'da vefat Etmiş Olup Kabri Bağlum Kabristanındadır. Üçüncü Oğlu Münir Efendi, ıstanbul belediyesinde Uzun Seneler Çalışmış, Doğruluğu, Çalışkanlığı, Güzel Ahlakı İle etrafının Saygısını Ve Sevgisini Toplamıştır. 1979'da Vefat Etti. Kabri Bağlum'dadır.

kızlarından Şefia Hanım Da Hicret Sırasında Musul'da Vefat Etmiştir. Diğer kızı Mâide Hanım  Hayattadır. (1992)

 

kerâmet Ve Menkîbelerı

nıçın Okutmuş?

hâlid Turhan Bey Anlatır:

bir Gün Ziyâretlerine Gitmiştim. Kütüphânelerinden Bir Kitap Çekip, Bir yerini Açıp Bana Verdiler Ve; "buyurun, Okuyun!" Buyurdular. Arapça idi. Okumaya Çalıştım. Yanlış Okuyunca Düzeltirlerdi. Bir Daha Okuttular Ve gene Yanlışlarımı Düzelttiler. Sonra; "türkçeye Çevirin!" Buyurdular. takıldığım Çok İbâreler Oldu. Yardım Ettiler, Hattâ Kendileri Tercüme Ettiler. bir Daha Okutup, Bir Daha Tercüme Ettirdiler. ıyice Anlamıştım. Vefâtlarından yirmi Sene Kadar Sonra, Kütüphâne Müdürlüğü İçin, Ankara'da İmtihana Girdim. ımtihanda elime Bir Arapça Kitap Verdiler Ve Bir Yerini Açıp, Okuyun Dediler. Bir De Ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin Verdiği Kitap Ve Açtıkları Sayfa Değil Mi? okudum, Tercüme Ettim. ımtihanı Kazandım. Kütüphâne Müdürü Oldum. Ama imtihandan Çıkınca, Efendinin Bu Büyük Ve Açık Kerâmetini Görünce Hüngür Hüngür ağladım.

 

beyıtler

amelıyat Olmadı Ama...

sevdiği Kimselerden, Sabri Bey Var İdi Ki,

o Da Şu Hâdiseyi, Anlatır Bizâtihî:

 

bir Gün Râhatsızlandım Ve Gittim Hastâneye,

apandisit Teşhîsi, Kondu Muâyenede.

 

bayram Olduğu İçin, Yapmayıp Ameliyât,

bir Başka Hastâneye, Sevkettiler O Sâat.

 

çıkıp, O Hastâneye, Gitmeden Daha Önce,

efendi'ye Uğrayıp, Haber Verdim Hemence.

 

ellerini Öperek, Oturunca, O Derhâl,

bana; "sen Hasta Mısın?" Diyerek Etti Suâl.

 

"evet." Deyip Gösterdim, O Ağrının Yerini,

tam Onun Üzerine, Dokundurdu Elini.

 

"burası Mı?" Diyerek, O Yeri Ovdu Biraz,

onun Bereketiyle, Gitti Benden O Maraz.

 

o, Mübârek Elini, Dokununca O Yere,

apandisit Ağrısı, Kayboldu Birden Bire.

 

kırk Beş Sene Oluyor, O Günden Îtibâren,

apandisit Ağrısı, Görmedim Bir Daha Ben.

 

bütün Bunlara Rağmen

sevdiklerinden Biri, Bir Gün Huzûrlarına,

gelerek Şu Şekilde, Bir Suâl Sordu Ona:

 

"seyyid Abdülkâdir-i Geylânî Mi Yüksektir,

ımâm-ı Rabbânî Mi, Merak Eder Bu Fakîr?"

 

abdülhakîm Efendi, Cevâben O Kimseye,

başladı Abdülkâdir Geylânî'yi Övmeye.

 

buyurdu: "gavsül Âzam, İdi Ki Bu Büyük Zât,

ânında Yetişirdi, İstese Her Kim İmdât.

 

öyle Çok Kerâmeti, Vardı Ki Onun Hattâ,

duâsıyle Ölüyü, Döndürürdü Hayâta.

 

kendi Zamânındaki, Bilcümle Evliyânın,

fevkinde Bulunduğu, Kesin İdi Bu Zâtın.

 

ve Kıyâmete Kadar, Her Velî'ye Feyiz, Nûr,

onun Vâsıtasıyle, Erişir, Vâsıl Olur.

 

mübârek Cemâlini, Görseydi Biri Elhak,

allahü Teâlâyı, Hâtırlardı Muhakkak.

 

dört Yüz Kişi Yazardı, Vâzını Muntazaman,

birbirinin Sırtında, Yazarlardı Çok Zaman."

 

böylece Bu Velî'den, Bahsedip Uzun Uzun,

çok Kerâmetlerini, Anlattı Önce Onun.

 

sonunda Buyurdu Ki: "bütün Bunlara Rağmen,

ımâm-ı Rabbânî'nin Âşıkıyım Ama Ben."

 

 

îmânın Kuvvetınden

hâbil Efendi Diye, Vardı Ki Bir Terzisi,

pek Çoktu Efendi'ye, Bağlılığı, Sevgisi.

 

o'na Öyle İhlâsla, Bağlıydı Ki O Hattâ,

böyle Hâlis Bağlılık, Az Bulunur Hayatta.

 

bir Gün Ziyâretine, Giderken Efendi'nin,

düşündü Ki Gidince, Sorayım Şunu İlkin.

 

diyeyim Ki: "efendim, İstemiyorum Ama,

çok Kötü Düşünceler, Geliyor Hâtırıma.

 

hiç Kurtulamıyorum, Ben Bu Vesveselerden,

îmânıma Bir Zarar, Gelir Mi Bu Şeylerden?"

 

bunları Düşünerek, Vardı Huzurlarına,

girince, Sohbetini, Kesti Ve Baktı Ona.

 

ve Hemen Buyurdu Ki: "bir Müslümanın Eğer,

hâtırına Gelirse, Çok Fenâ Düşünceler,

 

onun Kötülüğüne, Bir İşaret Değildir,

îmânının Kuvvetli, Olduğuna Delîldir."

 

henüz Suâl Etmeden, Almıştı Cevâbını,

efendi, Daha Sonra, İkmâl Etti Vâzını.

 

kaynaklar

1) Tam ılmihâl Seâdet-i Ebediyye; S.1023

2) ıslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; C.1, S.34-73

3) Başbuğ Velîlerden; S.336-351

4) O Ve Ben

5) Eshâb-ı Kirâm; S.164-166, 287-293

6) Son Devrin Din Mazlumları; S.319-336

7) Şerîat Yolunda Yürüyenler Ve Sürünenler; S.160-164

8) Cihâd Önderleri-ı; S.125-131

9) Rehber Ansiklopedisi; C.1, S.25

10) Sefînet-ül-evliyâ

 

Yorumlar
Kod: YWN3V