tanınmış Büyük Evliyâdan. Asıl Adı Muhammed, Lakabı Celâleddîn, Ünvânı Mevlânâ'dır. Hüdâvendigâr, Sultân-ül-âşıkîn, Sultân-ül-mahbûbîn, Molla-yı Rûm Ve Molla Hünkâr Gibi Lakapları Da Vardır. Babası, Sultân-ül-ulemâ (âlimlerin Sultânı) İsmiyle Meşhûr Muhammed Behâeddîn Veled Hazretleridir. Soyu Hazret-i Ebû Bekr'e Ulaşır. Annesi Sâlihâ Ve Evliyâ Bir Hanım Olan Mü'mine Hâtun, İbrâhim Edhem Hazretlerinin Neslindendir. 1207 (h.604) Senesi Rebîulevvel Ayının Altıncı Günü Horasan'ın Belh Şehrinde Doğdu. 1273 (h.672) Senesi Cemâziyelâhir Ayının Beşinci Günü Konya'da Vefât Etti. Kabr-i Şerîfi Konya'nın En Meşhur Ziyâret Yerlerindendir.
mevlânâ Celâleddîn, Küçük Yaşta İlim Tahsîline Başladı. Âlim Ve Evliyâ Bir Zât Olan Babasının Terbiye Ve Himâyesinde Yetişti. Mânevî Olgunluklara Kavuştu. Henüz Beş Yaşında İken Kendisinden Bir Takım Hârikulâde Ve Olağanüstü Hâller Görüldü. Kirâmen Kâtibîn Meleklerini Görür, Evliyânın Ruhlarıyla Konuşurdu. Melekler Ve Allahü Teâlânın Ricâl-i Gayb İsmi Verilen Velî Kullarının Rûhları Kendisini Ziyâret Ederlerdi. Zâhiren Tanımadığı Bu Kimselerin Böyle Sık Sık Görünmelerinden Dolayı, Mübârek Benizleri Sararıp Solardı. Babası Sultân-ül-ulemâ, Ondaki Bu Hâlin, Meleklerin Ve Velîlerin Oğlunu Ziyâreti Sebebiyle Olduğunu Bildiği İçin Memnûn Kalırdı. Ancak, Aklına Bir Noksanlık Gelmesin Diye, Talebelerinden Birkaçını Oğluyla Meşgûl Olmaları İçin Vazîfelendirip; "oğlum Muhammed'e Görünenler, Allahü Teâlânın Çok Sevdiği Velî Kullarıdır. Şefkat Ve Merhâmetleri Sebebiyle Oğluma Görünüp, Onunla Sohbet Ediyorlar. Kendi Hâllerini Ona Öğretiyorlar, Melekler Âlemini Gezdirip Gösteriyorlar. Her Ne Kadar Bunlar İyi Şeyler İse De, O Daha Küçüktür. Kendisini Zaptedemeyip, Aklına Bir Ârıza Gelmesinden Korkarım. Bunun İçin Sizler, Onun Heyecanlanmasına Engel Olun." Derdi.
sultân-ul-ulemâ Hazretlerinin Talebelerinden Bedreddîn Anlatır: "hocam Muhammed Behâeddîn Veled'in Mübârek El Yazısı İle Yazılmış Bir Sayfada Şu Notları Gördüm: "belh'te, Oğlum Celâleddîn Muhammed Beş Yaşında İken, Cumâ Günleri Bizim Evlerin Damları Üzerinde Dolaşır, Dâimâ Kur'ân-ı Kerîm Okurdu. Belh'in Büyüklerinin Oğulları Da, Her Cumâ Hazır Bulunur, Onunla Sohbet Ve Ülfet Ederlerdi. Namaz Vaktine Kadar Onun Yanında Kalırlardı. Bir Gün Onların Arasında Bir Çocuk, Ötekine; "gel Bu Damdan Öteki Dama Atlayalım." Deyip, Bunun İçin De Bahse Tutuşuyorlar. Oğlum Onlara Gülümseyerek; "ey Kardeşler! Bu Türlü Hareketi, Kedi, Köpek Ve Diğer Canlılar Da Yapar. Allahü Teâlânın Şerefli Kulu Olan İnsana, Hiç Böyle Şeylerle Uğraşması Yakışır Mı? Eğer Rûhânî Kuvvetiniz Ve Candan İsteğiniz Varsa, Geliniz Göklere Uçalım, Melekût Âleminin Konaklarını Dolaşalım." Diye Cevap Verir. Hemen O Anda Gökyüzüne Doğru Uçarak, O Topluluğun Gözünden Kaybolmaya Başlar. Çocuklar Bu Hâl Karşısında Feryâd Edip Çığlık Koparırlar. Nihâyet Herkesle Birlikte Ben De Bu Hâdiseyi İşittim. Çocukların Yanına Gittim. Biraz Sonra Celâleddîn'in Rengi Uçmuş, Mübârek Vücûdunda Da Bir Değişme Olduğu Hâlde Tekrar Dönüp Geldi. Bütün Çocuklar, Celâleddîn'e Sarılıp Tebrik Ettiler. Oğlum Onlara Dönüp; "sizinle Konuştuğum Anda Yeşiller Giymiş, Bâzı Kimseler Beni Aranızdan Aldı. Gökyüzünün Tabakalarında Dolaştırdı, Melekler Âleminin Görülmemiş Şeylerini Bana Gösterdiler. Sizin Çığlığınız Kulaklarıma Gelince, Tekrar Beni Buraya Getirdiler. Eğer Sizin Üzüntünüz Ve Babamın Bana Olan Şefkat Ve Muhabbeti Olmasa İdi, Bu Alçak Âleme Geri Dönmezdim." Dedi.
sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled Hazretleri Mübârek Oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in Terbiyesiyle Meşgul İken, Belh Civârındaki Bâzı Hasetçiler Onun Hizmetlerini Çekemeyip Sultâna Şikâyet Ettiler. O Da Kimseye Zarar Dokunmasın Diye Bir Takım Yakınlarıyla Birlikte Belh'ten Ayrılıp Nişâbur'a Gitti. Nişâbur'a Geldiklerinde Evliyânın Büyüklerinden Ferîdüddîn-i Attâr Hazretleri Kendilerini Karşıladı. Onlara İzzet Ve İkrâmlarda Bulundu. O Sırada Küçük Yaşlarda Bulunan Mevlânâ Celâleddîn Bir Rüyâ Gördü. Rüyâsinda Nûr Yüzlü Bir Pîr, Kendisine Alti Dalli Bir Gül Fidani Verdi. Mevlânâ Celâleddîn Rüyâsini Babasina Anlatti?inda O; "alti Dalli Gül, Senin Alti Ciltlik Bir Kitap Yazaca?ina İşârettir." Buyurdu. O Anda Orada Hazir Bulunan Ferîdüddîn-i Attâr Da; "alti Dalli Güle Kavuşuncaya Kadar Bu Kitap İle Meşgûl Olursunuz." Diyerek; mantik-ut-tayr isimli Kitabı Celâleddîn'e Hediye Etti. Meğer Rüyâda Görülen Ve Kendisine Gül Veren Kimse, Ferîdüddîn Hazretleri İmiş.
ferîdüddîn Attâr Hazretleri, Mevlânâ Celâleddîn'de İlâhî Nûrlar Ve Fıtrî, Yaratılıştan Gelen Bir Takım Kâbiliyetleri Görmüş Ve Ona Dua Etmişti.
bir Müddet Nişâbur'da Kalan Behâeddîn Veled Hazretleri Ve Mevlânâ Celâleddîn, Daha Sonra Yakınlarıyla Birlikte Bağdât'a Gelip Mustansıriyye Medresesine Yerleştiler. Sultân-ül-ulemâ Burada Oğlu Mevlânâ Celâleddîn'in Ve Talebelerinin Terbiyesiyle Meşgul Oldu. Behâeddîn Veled Hazretleri Bâzı Gecelerde Oğlu Mevlânâ Celâleddîn'den Su İsterdi. Mevlânâ Celâleddîn De Yatağından Kalkar Su Aramaya Giderdi. Geceleyin Medresenin Kapısına Gelince Kilitli Kapı Kendiliğinden Açılır, Mevlânâ Celâleddîn De Dicle'den Kabına Suyu Doldurur, Babasının Odasına Getirirdi. Medreseye Gelişinde Kapı Kendiliğinden Kapanır Kilitlenirdi. Bir Defâsında Kapıcı Bu Hâdiseye Vâkıf Oldu. Bâzı Kimselere De Söyledi. Mevlânâ'nın Babası Bunu Duyunca, O Kapıcıyı Çağırıp; "bu Hâli Kimseye Açma, Yoksa Helâk Olursun." Buyurdu. Bunun Üzerine Kapıcı Mevlânâ Celâleddîn'in Kerâmetini Gizleyeceğine Söz Verip Sultân-ül-ulemâ'nın Talebeleri Arasına Katıldı.
sultân-ül-ulemâ Behâeddîn Veled Hazretleri Daha Sonra Bağdât'tan, Mekke-i Mükerreme Ve Medîne-i Münevvereye Geldiler. Hac Ve Peygamber Efendimizin Kabr-i Şerîflerini Ziyâretten Sonra Şam'a Ve Erzincan'a, Oradan Da Lârende'ye (karaman'a) Gelip Yerleştiler.
sultân-ül-ulemâ, Lârende'de (karaman'da) Emîr Mûsâ'nın Kendisi İçin Yaptırdığı Medresede, Başta Oğlu Mevlânâ Olmak Üzere Yedi Sene Kadar Talebe Okuttu. Yüzlercesine İcâzet (diploma) Verdi. Şöhreti Her Tarafa Yayıldı.
mevlânâ Celâleddîn, Din Ve Fen İlimlerinde Yetişip Bülûğ, Evlenme Çağına Erince, Babası Onu Hoca Şerâfeddîn Lâlâ Semerkandî'nin Kızı Gevher Hâtunla Evlendirdi. Mevlânâ Celâleddîn'in Bu Evliliğinden Oğlu Sultan Veled Dünyâya Geldi. Daha Sonra Mevlânâ'nın Annesi Mü'mine Hâtun Ve Ağabeyi Muhammed Alâeddîn, Lârende'de Vefât Ettiler.
bu Sıralarda Mevlânâ Celâleddîn'in Babası Sultân-ül-ulemâ'nın İsmi Selçuklu Devletinin Her Köşesinde Duyulmuştu. Konya'da Oturan Sultan Alâeddîn Keykûbâd Onu Konya'ya Dâvet Etti. Bu Dâvet Üzerine Behâeddîn Veled Hazretleri Lârende'den Ayrılıp Konya'ya Yerleşmek Üzere Yola Çıktı. Kervan Konya'ya Yaklaştığında Sultan Onu Büyük Bir Hürmet İle Karşıladı. Atının Dizginlerinden Tuttu. Saygı Ve Sevgi İle Ellerinden Öptü. Atın Dizginleri Sultanın Elinde Olduğu Hâlde Şehre Girdiler. Behâeddîn Veled Ve Yanındakiler, Konya'da Altun Han Medresesine Yerleştirildiler.
mevlânâ Celâleddîn Burada Da Tahsîline Devâm Etti. Konya'da İki Seneyi Doldurdukları Sıralarda Babası Sultân-ül-ulemâ Hakk'ın Rahmetine Kavuştu. Babasının Vefâtından Sonra Mevlânâ Celâleddîn; Babasının Halîfesi, Vekîli Seyyid Burhâneddîn Tirmizî'nin Ders Halkasına Girdi. Dokuz Sene Kadar Husûsî Ve Umûmî Sohbetleriyle İyice Yetişip Olgunlaştı.
mevlânâ Celâleddîn'in Çocukluk Yıllarında, Terbiyesiyle Meşgul Olan Ve Kendisini Çeşitli İlimlerde Yetiştiren Seyyid Burhâneddîn Tirmizî Hazretleri, Babası Sultân-ül-ulemâ'nın İleri Gelen Talebesiydi. Tirmiz Şehrinde Yaşardı. Bir Gün Talebeleriyle Sohbet Ederken Birden; "eyvah! Eyvah! Hocam Sultân-ül-ulemâ Vefât Etti. Haydi Namazını Kılalım." Diyerek, Talebeleriyle Gıyâben Hocasının Cenâze Namazını Kıldılar. Ondan Sonraki Gecelerden Birinde, Rüyâsında Hocasını Gördü. Hocası Sultân-ül-ulemâ; "burhâneddîn! Oğlum Celâleddîn Muhammed'e İlim Öğretmeye Devâm Et!" Emri Üzerine Yollara Düştü. Konya'ya Geldi. Bu Sırada Mevlânâ, Lârende'de Bulunan Kayınpederinin Yanına Gitmişti. Hocasının Konya'ya Geldiğini Duyunca, Derhal Döndü Ve Tahsîline Devâm Etmeye Başladı. Seyyid Burhâneddîn, Zâhirî İlimlerde Kemâl Derecesine Yükselen Mevlânâ'yı Mârifet, Allahü Teâlâyı Tanıma İlminde De En Yüksek Seviyeye Çıkarmak İçin Mevlânâ Celâleddîn'e Riyâzet, Nefsin İsteklerini Yapmama Ve Mücâhede, Nefsin İstemediği Ve Ona Zor Gelen Şeyleri Yaptırmaya Başladı. Bir Müddet Sonra Halep Ve Şam'a Gidip, Oradaki Âlimlerden De İlim Öğrenmesi Gerektiğini Mevlânâ'ya Anlattı. Böylece Onu Halep Ve Şam'a Gönderdi. Kendisi De Kayseri'ye Gitti.
hocasının Emri Üzerine Mevlânâ İlim Tahsîli İçin Şam'a Giderken, Nusaybin'de Hıristiyan Papazlarının Toplantısına Rastladı. Papazlar Sihir Yapıp Âdet Dışı Bâzı Şeyler Gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı Görünce, Bir Oğlanı Havaya Uçuruverdiler. Mevlânâ Bu İşe İlgi Göstermeyip Murâkabeye, Allahü Teâlâyı Düşünüp Kalbini Uyanık Bulundurarak, Gâfil Olmama Hâlini Muhâfazaya Vardı. Oğlan, Havada Olduğu Yerde Kaldı. "beni Kurtarın, Yoksa Düşüp Öleceğim." Dedi. Papazlar Ne Yaptılarsa Bir Çâre Bulamadılar. Nihâyet Oğlan; "o Yanınızdaki Zâtın Murâkabesi Yüzünden Ben Bu Hâle Düştüm. Onun Yardımı Olmazsa, Muhakkak Helâk Olurum." Dedi. Papazlar İster İstemez Mevlânâ'ya Yalvardılar. Mevlânâ; "onu Bir Şey Kurtaramaz, Ancak Kelime-i Şehâdet Kurtarır." Buyurdu. Oğlan Bunu Duyunca, Hemen Kelime-i Şehâdet Getirdi Ve Kolayca Yere İndi. Mevlânâ'nın Ellerini Öptü. Bu Hâli Gören Papazların Hepsi Müslüman Olmakla Şereflendi.
mevlânâ Hazretleri, Halep'te El-halâviyye Ve Şam'da El-makdisiyye Medresesinde Bulundu. Muhyiddîn-i Arabî, Kemâleddîn Bin Adîm, Sâdeddîn-i Hamevî, Osman Rûmî, Evhadeddîn Kirmânî, Sadreddîn-i Konevî Gibi Zamânın Âlim Ve Velîleriyle Sohbet Edip, Onlardan Da İlim Öğrendi. Onların Teveccühlerini Kazanan Mevlânâ Celâleddîn, Şam Medresesinde Zaman Zaman Hızır Aleyhisselâm İle Görüştü. Tasavvuf İlminde Bir Müşkili Olursa Hızır Aleyhisselâm Ortaya Çıkıp Meselelerini Hallederdi. Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Mantık, Usûl, Meânî, Edebiyât, Matematik, Fen, Tıp Gibi Pek Çok Zâhirî İlimlerde Mütehassıs Oldu. Gündüzleri İlim Öğrenir, Gecelerini İbâdet İçinde, Allahü Teâlâyı Zikrederek Ve Kur'ân-ı Kerîm Okuyarak Geçirirdi. Seher Vakitlerinde Tövbe Ve İstiğfâr Ederek Çok Ağlar, Gözyaşları Sel Gibi Akardı. Allahü Teâlânın Muhabbetiyle Yanar, O'na Kavuşmak Arzusuyla Tutuşurdu. Tasavvuf İlminde De Yüksek Derecelere Kavuşan Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî, Hocalarından İcâzet, Diploma Alıp, Önce Kayseri'ye Hicret Eden Seyyid Burhâneddîn Hazretlerini Ziyâret Etti. Onun Feyz Ve Teveccühlerine Kavuşup, Duâsını Aldı. Oradan Berâberce Konya'ya Döndüler.
seyyid Burhâneddîn Hazretleri, Mevlânâ'nın Dört Senelik Halep Ve Şam Tahsîlinde Bir Hayli İlerlemiş Olduğunu Gördü. Tasavvuf Yolunda Riyâzete Ve Mücâhedeye Devâm Ettirdi. Mübah Olanları Azaltıp, Zarûret Mikdârı Kullanırdı. Ona; "karnınız Aç Olsun. Bunun İçin De Çok Oruç Tutunuz. Çünkü Oruç, Hikmet Hazînelerinin Anahtarıdır. Oruç Tutmak; Kalp Gözünün Açılmasına, Kalbin Rikkate Gelmesine Sebeb Olur." Buyurdu. Mevlânâ Hazretlerinin, On Beş Gün Ağzına Hiç Lokma Koymadığı Zamanlar Olurdu. Nefsinin İstediklerini Yapmamak İçin Kapıda Köpekler İçin Hazırlanan Yemek Artıklarının Yanına Gider, Nefsine; "ey Nefs! Bana İstediklerini Yaptırıp, Rûhumu Emrin Altına Almak Mı İstiyorsun? Arzunun Yerine Gelmesini İstiyorsan, Önce Yemek Artıklarını Yemen Lâzım! Ya Ye Veya Beni Bu Hâlimle Kabûl Et!" Diyerek Nefsiyle Mücâdele Ederdi. Böylece Nefsinin İsteklerini Hiç Yapmaz, Onu Rûhuna Köle Ederdi Ve Bu Halde Aylar Birbiri Ardından Geçer Giderdi.
mevlânâ Hazretlerinin İyice Olgunlaştığını Anlayan Seyyid Burhâneddîn Hazretleri Ona; "evlâdım! Şimdiye Kadar Bildiğim Ne Varsa Hepsini Sana Öğrettim. Bundan Sonra Senin Daha Da Olgunlaşman, Pek Büyük Mertebelere Kavuşman, Tebrizli Şems'in (şems-i Tebrîzî'nin) Gelmesine Bağlıdır. Onun Şefkat Kanatları Altında Aşamadığın Engelleri Aşar, Mânevî Hâllere Kavuşursun. O, Seni Tasavvufun En Mahrem Noktalarına Çeker, Sen De Ona, Aynı Âlemi Anlatırsın. Bu Şekilde Birbirinizi Tamamlar Ve Yeryüzünün En Büyük İki Dostu Olursunuz. Bense Kayseri'ye Gidip Ömrümün Sonlarını Orada Geçiririm." Buyurdu. Mevlânâ Hazretleri Hocasına, Kayseri'ye Gitmeyip Berâber Kalmaları İçin Çok ısrâr Ettiyse De Kabûl Ettiremedi. Mevlânâ, Seyyid Burhâneddîn Hazretlerini Kayseri'ye Uğurladı. Kayseri'de Bir Müddet Yaşayan Seyyid Hazretleri, Bir Gün Abdestini Alıp Hizmetçisine; "git Kapıyı Kapa Ve Dışarıda, Seyyid Burhâneddîn Vefât Etti, Diye Bağır." Buyurdu. Hizmetçi Dışarı Çıkınca, Seyyid Hazretleri Secdeye Kapanarak; "yâ Rabbî! Seni Ve Resûlünü Çok Seviyorum. Sana Kavuşmak Arzum Son Haddine Ulaştı. Beni Bu Sevgime Ve Arzuma Bağışla. Lâ İlâhe İllallah, Muhammedün Resûlullah." Dedi Ve Rûhunu Teslim Etti. Hizmetçinin Haberi Üzerine Kayseri Bir Anda Anababa Gününe Döndü. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerine Haber Salındı. Cenâze Hazırlıkları Yapılıp Kefenlendi. Namazı Kılınıp, Defn İşleri Halledildi. Mevlânâ Hazretleri Haberi İşitince Kayseri'ye Geldi. Hocasinin Kabri Başinda Kur'ân-i Kerîm Okuyarak Mübârek Rûhuna Ba?işladi. Seyyid Hazretlerinin Kitaplarini Mevlânâ'ya Teslim Ettiler. Bu Kitaplar Arasinda Şems-i Tebrîzî'nin Hazirladi?i Meşhûr makâlât isimli Eser De Vardı.
mevlânâ Hazretleri O Sıralarda Konya'ya Yerleşmiş Bulunan Zamânın En Büyük Kelâm Ve Tasavvuf Âlimlerinden Olan Sadreddîn-i Konevî Hazretlerinden De İlim Öğrendi. Onun Feyz Ve Teveccühlerine Kavuştu. Mânevî Yolda Yüksek Derecelere Ulaştı.
hocası Sadreddîn-i Konevî Hazretleri Anlatır: "rüyâmda Fahr-i Kâinât Efendimizi Gördüm. Yanlarında Eshâb-ı Kirâm İle Medreseyi Teşrîf Etmişlerdi.sofanın Ortasına Oturdular. Bu Sırada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî De Oraya Gelip Uygun Bir Yere Oturdu. Peygamber Efendimiz Mevlânâ'ya Çok İltifât Ettiler Ve Hazret-i Ebû Bekr'e Dönerek; "yâ Ebâ Bekr! Ben Celâleddîn İle Diğer Peygamberlerin Arasında Öğünürüm. Çünkü Onun Öğrendiği İlim, İşlediği Amelin Feyz Ve Nûru İle Ümmetimin Gözleri Aydın Olur. O Benim Oğlumdur." Buyurdular. Mevlânâ'yı Sağ Tarafına Oturttular. Peygamber Efendimiz Bu Rüyâ İle, Talebelerimden Mevlânâ'nın Derecesinin Yüksekliğine İşâret Buyurdular. Bu Durumu Diğer Talebelere Hatırını Gözetip, İlminin Yüksekliğini Anlamaları İçin Anlattım."
bir Gün Büyük Bir İlim Meclisi Kurulmuş Ve Konya'nın Büyükleri Orada Toplanmışlardı. Sadreddîn-i Konevî De Orada Bir Seccâde Üzerinde Oturuyordu. Mevlânâ İçeri Girince Seccâdeye Oturmasını Teklif Etti. Bunun Üzerine Mevlânâ; "terbiyesizlik Edip Sizin Seccâdenize Oturursam, Kıyâmette Bunun Hesâbını Nasıl Verebilirim?" Deyince, Sadreddîn Hazretleri; "senin Oturmakta Fayda Görmediğin Seccâde Bize De Yaramaz." Buyurup, Seccâdeyi Oradan Kaldırdı.
mevlânâ Celâleddîn Hazretlerinin Hocalarından Biri De Şems-i Tebrîzî'dir. Şems-i Tebrîzî, Tebriz Şehrinde Ebû Bekr-i Tebrîzî'nin Talebesi İdi. Şems-i Tebrîzî Evliyâlıkta Yüksek Makamlara Ve Derecelere Yükseldi. Lâkin Daha Yüksek Mânevî Makamlara Kavuşmak İstiyordu. Şems-i Tebrîzî Seyahat Ettiği Yerlerde, Uğradığı Memleketlerde İyi Bir Dost Bulabilmek İçin Duâ Ederdi. ısrarla Yaptığı Bu Duâların Netîcesi Olarak Rüyâsında, Konya'da Bulunan Celâleddîn-i Rûmî'ye Gidip Onun Yetişmesinde Yardımcı Olması Îcâbettiği Bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü Teâlâya Şükrederek; "böyle Dosta Canım Fedâ Olsun." Dedi. Konya'ya Gelip, Şekerciler Hanına İndi. Günlerini Orada Geçirirken, Bir Gün Kapıda Oturmuş, Allahü Teâlânın Mahlûkâtı Hakkında Tefekkür Ediyordu. O Sırada Mevlânâ Hazretleri Talebeleriyle Oradan Geçerken, Kapı Önünde Tefekkür Hâlinde Duran, Kıyâfetinden Yabancı Olduğu Anlaşılan Şems-i Tebrîzî Hazretlerine Baktı, Ona Selâm Verdi Ve Yoluna Devâm Etti. Kendi Kendisine De; "bu Yabancı Bir Kimseye Benziyor. Buralarda Böyle Birisini Hiç Görmedim. Ne Kadar Da Nûrlu Bir Yüzü Var." Diye Düşünürken, Âniden Atının Yularını Bir Elin Tuttuğunu Gördü. Mevlânâ Hazretleri, Atı Durduran Elin Sâhibinin O Yabancı Olduğunu Görünce; "buyurunuz! Bir Arzunuz Mu Var?" Dedi. O Kimse; "isminizi Öğrenmek İstiyorum?" Deyince, O Da; "celâleddîn Muhammed." Diye Cevap Verdi. Bunun Üzerine Şems-i Tebrîzî; "bir Suâlim Var. Acabâ Muhammed Aleyhisselâm Mı, Yoksa Bâyezîd-i Bistâmî Mi Büyüktür?" Diye Sordu. Böyle Bir Soruyu İlk Defâ Duyan Mevlânâ Hazretleri; "elbette Ki Muhammed Aleyhisselâm Efendimiz Büyüktür. Bütün Mahlûkât Ve Bâyezîd, O'nun Hürmetine Yaratildi." Buyurdu. Bu Cevâbi Bekleyen Şems-i Tebrîzî; "peki Muhammed Aleyhisselâm; "biz Seni Lâyikiyla Bilemedik Yâ Rabbî!" dedi?i Hâlde, Niçin Bâyezîd-i Bistâmî; "sübhânî." "benim Şânim Ne Yücedir." Diye Söyledi. Bunun Hikmetini Söyler Misiniz?" Diyerek Tekrar Sordu. Mevlânâ Hazretleri Buna Da Şöyle Cevap Verdi: "peygamber Efendimizin Mübârek Kalbi Öyle Bir Deryâ İdi Ki, Ona Ne Kadar Mârifet, Aşk-ı İlâhî Tecellî Etse, Ne Kadar Muhabbet, Allahü Teâlânın Sevgisi Dolsa Onu İçine Alır, Onu Kuşatırdı. Hattâ Daha Çoğunu İsteyip; "yâ Rabbî! Verdiğin Bu Nîmetleri Daha Da Artır." Derdi. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin Kalbi, O Kadar Geniş Olmadığı İçin, İlâhî Feyzlere Tahammül Edemeyerek Tecellî İle Dolup Taşardı". Bu Îzâhata Hayrân Kalan Şems-i Tebrîzî; "allah!" Diyerek Yere Yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ Hazretleri, Hemen Atından İnerek Şems-i Tebrîzî'yi Kucakladı, Ayağa Kaldırdı. Bu Nûr Yüzlü Zâta O Kadar ısınmıştı, Kalbinde O Kadar Muhabbet Hâsıl Olmuştu Ki, Ayılınca Büyük Bir Hürmet Ve Edeple Evine Götürdü. Bu Zâtın, İlk Hocası Seyyid Burhâneddîn Hazretlerinin Geleceğini Söylediği Şems-i Tebrîzî Olduğunu Öğrenince; "ey Muhterem Efendim!gerçi Evimiz Size Lâyık Değil İse De, Zât-ı Âlînize Sâdık Bir Köle Olmaya Çalışacağım. Kölenin Nesi Varsa Efendisinindir. Bundan Böyle Bu Ev Sizin, Çocuklarım Da Evlâtlarınızdır." Diyerek Hizmetine Koşmaya Başladı.
gece-gündüz Hiç Yanından Ayrılmayıp, Onun Sohbetlerini Büyük Bir Zevk İçinde Dinliyordu. Ondan Hiç Ayrılmıyor, Talebelerine Ders Vermeye, İnsanlara Câmide Vâz Ü Nasîhate Gitmiyordu. Yanlarına Da, Hizmetlerini Görmek Üzere, Büyük Oğlu Sultan Veled Girebilirdi. Her Gün Şems-i Tebrîzî İle Sohbet Ederler, Allahü Teâlânın Yarattıkları Üzerinde Tefekkürde Bulunurlar, Namaz Kılarlar, Cenâb-ı Hakkı Zikrederek Muhabbetlerini Tâzelerlerdi.
bir Gün Şems-i Tebrîzî Hazretleri, Havuzun Başında Mevlânâ İle Sohbet Ediyordu. Mevlânâ Bir Hizmet İçin Oradan Ayrıldı. Şems-i Tebrîzî De Mevlânâ'nın Kitaplarını Havuza Attı. Bir Değnek İle De Suyun Dibine Bastı. Mevlânâ Hazretleri Oraya Geldiğinde Kitapları Suda Görünce Çok Üzüldü Ve "diğerleri Ne İse, Ferîdüddîn-i Attâr Hazretlerinin Hâtirasi olan mantik-ut-tayr kitabi İslanmasaydi." Diyerek Âh Etti. Bunun Üzerine Şems-i Tebrîzî Hazretleri, Kolunu Sivayarak Havuza Soktu. Kitabin Birisini Sudan Çikardi. Çikan Kitap mantik-ut-tayr idi Ve Hiç İslanmamiştı.
bu Hâdise, Diğer Bir Rivâyette De Şöyle Anlatılır: Bir Gün, Mevlânâ Havuz Kenarında İdi. Yanında Kitaplar Vardı. Şemseddîn Gelip, Kitapları Sordu. Mevlânâ; "sen Bunları Anlamazsın." Dedi. Şemseddîn, Kitapları Suya Attı. Mevlânâ; "ah! Babamın Bulunmaz Yazıları Gitti!" Diyerek Çok Üzüldü. Şemseddîn, Elini Uzatıp Herbirini Aldı. Hiçbiri ıslanmamış Görüldü. Mevlânâ; "bu Nasıl İştir?" Deyince, Şems; "bu Zevk Ve Hâldir. Sen Anlamazsın." Buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin Bu Kerâmetini Görünce Ona Olan Bağlılığı Daha Da Artıp, Sarsılmaz Bir Kale Gibi Oldu. Mevlânâ'nın Oğlu Sultan Veled, Onların Hâllerini Şöyle Anlatır: "ansızın Şems-i Tebrîzî Hazretleri Gelip Babam İle Görüştü. Babamın Gölgesi, Onun Nûrundan Yok Oldu. Onlar Birbirlerine Öyle Muhabbet Gösterdiler Ki, Etraflarında Kendilerinden Başkasını Görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, Babama Mârifetten, Allahü Teâlânın Zâtına Ve Sıfatlarına Âit İnce Bilgilerden Ve O'na Muhabbetten Bahsediyor, Babam Da Bunları Büyük Bir Haz İle Dinliyordu. Eskiden Herkes Babama Uyardı, Şimdi İse, Babam Şems'e Uyar Oldu. Şems, Babamı Bu Muhabbete Dâvet Ettikçe, O Da, Allahü Teâlânın Muhabbetinden Yanıp Kavrulurdu. Babam Artık Onsuz Yapamıyor, Yanından Bir An Ayrılmıyordu. Bu Şekilde Aylarca Sohbet Ettiler. Böylece Babam, Pek Büyük Mânevî Derecelere Yükseldi."
mevlânâ Celâleddîn İle Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin Zâhirî Ve Bâtınî Çalışmaları Devâm Ederken, Onların Bu Sohbetlerini Hazmedemiyen Ve Mevlânâ'nın Kendi Aralarına Katılmamasına Üzülen Bâzı Kimseler, Şems-i Tebrîzî Hakkında Uygun Olmayan Sözler Söylemeye Başladılar. Bu Söylentiler, Mevlânâ'nın Kulağına Kadar Geldi. Diyorlardı Ki: "bu Kimse Konya'ya Geleli, Mevlânâ Bizden Tamâmen Uzaklaştı. Gece-gündüz Hep Birbirleriyle Sohbet Ediyorlar Da, Bizlere Hiç İltifât Göstermiyorlar. Yanlarına Oğlu Hâriç Kimseyi De Almıyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın Oğlu Olsun Da, Tebrîz'den Gelen, Ne Olduğu Belli Olmayan Bu Kimseye Gönül Bağlasın. Onun İçin Bize Sırt Çevirsin. Hiç Horasan Toprağı İle Tebriz'in Toprağı Bir Olur Mu? Elbette Horasan Toprağı Daha Kıymetlidir." Bu Söylentilere Mevlânâ; "hiç Toprağa Îtibâr Olunur Mu? Bir İstanbullu, Bir Mekkeliye Gâlip Gelirse, Mekkelinin İstanbulluya Tâbi Olması Hiç Ayıp Sayılır Mı?" Diyerek Cevap Verdi. Fakat Söylentiler Durmadı. Şems-i Tebrîzî Hazretleri Artık Konya'da Kalamayacağını Anladı. O Çok Kıymetli Dostunu, O Mübârek Ahbâbını Bırakarak Şam'a Gitti.
şems-i Tebrîzî'nin Gitmesi, Mevlânâ'yı Çok Üzdü. Günler Geçtikçe Ayrılık Acısına Sabredemiyordu. Ayrılık, Kendisinde Tahammül Edecek Bir Hâl Bırakmıyordu. Şems'in Ayrılık Hasreti Ve Muhabbeti İle Yanıyordu. "şems, Şems!" Diyerek Ciğeri Yakan Kasîdeler Söylüyor, Göz Yaşlarıyla Dolu Yazdığı Mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî Hazretlerine Gönderiyordu. Ona Bir Mektubunda; "ey Gönlümdeki Nûr, Gel! Ey Gönlümde Ona Arzu Olan Gel. Ey Sevgi Ve Samîmiyetini İspat Eden Gel. Gelirsen Ne Mutluluk Ve Ferah. Gelmezsen Ne Hüzün Ve Akla Durgunluk. Gel, Sen Güneş Gibisin Uzak Ve Yakın Olduğunda. Ey Uzaktakilere Yakın Olan Gel." Diye Yazıyordu.
eğer Bir Kimse, Mevlânâ Hazretlerine; "şems'i Gördüm." Diye Yalan Söylese, Ona Müjde İçin Üzerindeki Elbisesini Verirdi. Bir Defâsında Birisi; "şems-i Tebrîzî'yi Şam'da Gördüm. Sıhhati Yerindeydi." Dedi.mevlânâ, Ona Elinde Bulunan Ne Varsa Hepsini Verdi. Orada Bulunan Diğer Bir Kimse; "o, Şems-i Tebrîzî'yi Görmedi, Yalan Söylüyor." Deyince, Mevlânâ Da; "ona Verdiğim Bu Elbiseler, Sevdiğimin Yalan Haberinin Müjdesidir. Onun Hakîkî Haberini Getirene Canımı Veririm." Diye Cevap Verdi. Böylece Aylar Geçti. Zamanla Şehirdeki Fitne Ortadan Kalktı. Şems-i Tebrîzî'ye Olan Düşmanlıktan, Vazgeçildi. Mevlânâ Hazretleri Artık Dayanamayacağını Anlayınca, Oğlu Sultan Veled'i Şam'a Göndermeye Karar Verdi. Oğlunu Çağırıp;
"süratle Şam'a Varıp, Filanca Hana Gidersin. Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin O Handa Bir Genç İle Sohbet Ettiğini Görürsün. O Genci Küçümseme Sakın! O, Allahü Teâlânın Sevdiği Evliyânın Kutuplarından Biridir. Selâmımı Ve Duâ İsteğimi Kendilerine Bildir. İçinde Bulunduğum Şu Vaziyetimi, Hasretimi Dile Getir. Buraya Acele Teşriflerini Tarafımdan İstirhâm Et!" Dedi. Sultan Veled Hemen Hazırlıklarını Tamamlayıp Yola Çıktı. Şam'da, Babasının Târif Ettiği Handa Şems-i Tebrîzî'yi Bir Gençle Konuşuyor Buldu. Durumu Dilinin Döndüğü Kadar Anlattı. Konya'da Bu Hâdiseye Sebeb Olanların Tövbe Ettiğini Ve Mevlânâ'dan Özürler Dilediklerini De Sözlerine Ekledi. Bunun Üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya Tekrar Gitmeye Karar Verdi. Hemen Yola Çıktılar. Sultan Veled, Şems Hazretlerini Ata Bindirdi, Kendisi De Arkasından Yaya Yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in Ata Binmesi İçin Ne Kadar ısrâr Ettiyse, O; "sultânın Yanında, Hizmetçinin Ata Binmesi Bizce Yakışık Olmaz. Hizmetçilerin, Efendisi Arkasında Yürümesi Gerektiğini Öğrendik." Diyerek Ata Binmedi. Sultan Veled, Konya'ya Yaklaştıklarında, Babası Mevlânâ'ya Haberci Gönderip, Konya'ya Girmek Üzere Olduklarını Bildirdi. Mevlânâ Hazretleri Müjdeyi Getirene O Kadar Çok Hediye Verdi Ki, O Kimse Zengin Oldu. Konya'da Tellâllar Bağırtılarak, Şems'in Konya'ya Teşrif Etmek Üzere Olduğu Bildirildi. Konya'nın, Başta Sultan Olmak Üzere, İleri Gelen Vezirleri, Hâkimleri, Zenginlerinin Yanısıra, Bütün Halk Yollara Döküldü. Büyük Bir Bayram Havası İçinde, Mübârek Velî Şems-i Tebrîzî Hazretlerini Karşılamaya Çıktılar. Öğleye Doğru Şems-i Tebrîzî İle Sultan Veled Göründüler. Sultan Veled, Atın Yularından Tutmuş, Şems De Atın Üzerinde Başı Önünde Ağır Ağır İlerliyorlardı. Bu Muhteşem Manzarayı Seyredenler Büyük Bir Heyecana Kapıldılar. Mevlânâ Koşarak İlerledi, Atın Dizginlerine Yapıştı. Göz Göze Geldiler. Şems'in Attan İnmesine Yardım Eden Mevlânâ, Üstâdının Ellerini Sevinç Gözyaşları Arasında Doya Doya Öptü. Bu Arada Yanık Sesli Hâfızlar Kur'ân-ı Kerîm Okumaya Başladılar. Herkes Büyük Bir Haz İçinde Kur'ân-ı Kerîmi Dinledikten Sonra, Sıra İle Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin Ellerini Öptü. Sonra Mevlânâ'nın Medresesine Geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in Kendisine Gösterdiği Hürmeti Ve Yaptığı Hizmetleri Mevlânâ'ya Anlattı. Bundan Çok Memnun Olduğunu Bildirerek; "benim Bir Serim (başım, Bir De Sırrım Vardır. Başımı Sana Fedâ Ettim. Sırrımı Da Oğlun Sultan Veled'e Verdim. Eğer Sultan Veled'in Bin Yıl Ömrü Olsa Da Hepsini İbâdetle Geçirse, Ona Verdiğim Sırra Yâni Evliyâlıkta İlerlemesine Sebeb Olduğum Derecelere Kavuşamaz." Dedi.
mevlânâ Celâleddîn İle Şems-i Tebrîzî, Eskisi Gibi Yine Bir Odaya Çekilip Sohbete Başladılar. Hiç Dışarı Çıkmadan, Yanlarına Oğlundan Başka Kimseyi Almadan, Mânevî Bir Âlemde Kendilerinden Geçtiler. Halk, Şems Gelince Mevlânâ'nın Sâkinleşeceğini, Aralarına Katılıp, Kendilerine Nasîhatte Bulunacağını, Sohbetlerinden İstifâde Edeceklerini Ümîd Ederken, Tam Tersine Eskisinden Daha Fazla Şems'e Bağlandığını Ve Muhabbetinin Ziyâdeleştiğini Gördüler.
şems-i Tebrîzî Hazretleri, Mevlânâ'yı Evliyâlık Makamlarının En Yüksek Derecelerine Çıkarmak İçin Elinden Gelen Bütün Tedbirlere Başvuruyordu. Ona Her Türlü Riyâzet Ve Mücâhedeyi Yaptırdı. Bir Gün;"her Kim; "âlimler, Peygamberlerin Vârisleridir." hadîs-i Şerîfinin Sirrina Vâkif Olmak İsterse, Mevlânâ'nin Hareketlerine, Ahlâkina, Davranişlarina Baksin. Onun Gibi Olmaya Çalişsin. Onu Sevsin. Onda Enbiyâ Ve Evliyânin Bütün Âdet Ve Vasiflari Toplanmiştır. Her Fende Emsâlsizdir. Kısaca Ben Ona Ulaşmış Olmasaydım, Mahrûm Olurdum. Fakat Mevlânâ'nın Sırrı, Âlemde Gizli Kaldı, Onu Kimse Keşfedemedi." Buyurdu. Günler Bu Şekilde Devâm Ederken, Halk, Mevlânâ'nın Hiç Görünmemesinden Dolayı Yine Şems'e Kızmaya Başladı. Söylenenleri, Şems-i Tebrîzî İşitince, Sultan Veled'e; "ey Evlâdım! Hakkımda Yine Sû-i Zan Etmeye Başlandı. Beni, Mevlânâ'dan Ayırmak İçin Söz Birliği Etmişler. Bu Seferki Ayrılığımın Acısı Çok Derin Olacak!" Buyurdu.
1247 Senesi Aralık Ayının Beşine Rastlayan Perşembe Gecesiydi. Mevlânâ İle Şems Hazretleri Yine Odalarında Sohbet Ediyor, Allahü Teâlânın Muhabbetinden Ve Çeşitli Evliyâlık Makamlarından Anlatıyorlardı. Bir Ara Kapı Çalındı Ve Şems Hazretlerini Dışarı Çağırdılar. Dışarıda Bir Grup Kimse, Bir Anda Üzerine Hücûm Ettiler. Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin; "allah!" Diyen Sesi Duyuldu. Mevlânâ Hemen Dışarı Çıktı, Fakat Hiç Kimse Yoktu. Yerde Kan Lekeleri Vardı. Derhal Oğlu Sultan Veled'i Uyandırıp Durumun Tetkîkini İstedi. Yapılan Bütün Araştırmalarda, Şems-i Tebrîzî Hazretlerinin Mübârek Cesedini Bulamadılar. Bir Gece Sultan Veled, Rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin Cesedinin Bir Kuyuya Atıldığını Gördü. Uyanınca Yanına En Yakın Dostlarından Birkaçını Alarak, Gördüğü Kuyuya Gittiler. Cesed Hiç Bozulmamıştı. Cesedi Alıp Mevlânâ'nın Medresesine Defnettiler.
şems-i Tebrîzî Hazretlerinin Bu Ayrılığına, Mevlânâ Pek Üzüldü. Ayrılığın Verdiği Hasret İle Nice Beyitler, Kasîdeler Söyledi. Evliyâlık Hâllerini, Derecelerini Nazım İle Öyle Güzel Anlattı Ki, O Zamâna Kadar Öylesini Hiç Kimse Söyleyemedi. Hazret-i Ali'den Gelen Feyz Ve Bereketleri, Vilâyet Yolunu, Onun Kadar Açıklayan Bulunmadi. Şems-i Tebrîzî'ye Olan Muhabbetinden Dolayi Eserinde "şems" Ve "hâmûş" Kelimelerini Mahlas Olarak Kullandi. Dîvânina dîvân-i Şems dendi.
mevlânâ Hazretleri, Bundan Sonra Talebeleri Arasına Karışmaya, Onlara Ders Vermeye, Câmilerde Nasihat Etmeye Başladı. Pek Çok Velînin Yetişmesine Sebeb Oldu. Bunların Arasında En Meşhûru, Hüsâmeddîn Çelebi İdi. İnsanların Hasta Kalplerine, Tatlı, Serin Şerbetler Vererek Şifâ Olmaya Çalıştı.
ilim Ve Fazîleti Sebebiyle Az Zamanda, O Derece Şöhret Buldu Ki, İlim Talebesi, Her Taraftan Huzûruna Kavuşmak İçin Cân Atıyordu. Her Zaman Etrafında Dört-beş Yüz Dinleyici Bulunurdu. Evine Gidip Gelirken Bile, Etrâfını Sarıp, Çeşitli Suâller Sorar, Müşkillerini Çözerlerdi.
mevlânâ, Kitap Ve Sünnetten Zerre Kadar Ayrılmayarak, Tasavvufta Emsâlinden Üstün Oldu. Binlerce Talebesi Vardı. Onları Büyük Bir Îtinâ İle Yetiştirmeye Çalıştı. Zamanla Talebe Sayısı Arttı, Medreseler Çoğaldı. Büyük Âlimler Yetişti.
mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî'nin Talebelerinin En Önde Gelenlerinden Biri, Selâhaddîn Zerkûb İdi. Selâhaddîn, Önceleri Kuyumculuk Yapardı. Bir Gün Mevlânâ, Selâhaddîn'in Dükkanının Önünden Geçerken, İçerden, Altına Şekil Vermek İçin Vurulan Her Çekicin; "allah, Allah!" Diye Ses Çıkardığını Kalp Gözüyle Anladı. Bu Hâl Çok Hoşuna Giderek, Dükkan Sâhibi Olan Selâhaddîn'i Medreseye Dâvet Edip, İltifâtlarda Bulundu. Selâhaddîn, Mevlânâ'nın Sohbetlerinden Çok Haz Duyduğundan Kuyumculuğu Bıraktı. Artık Her Gün Medreseye Gidiyor, Hocası Mevlânâ'nın Sözlerini Sahrâda Susuz Kalan Kimse Gibi, Damlasını Telef Etmeyerek Âdetâ İçiyordu. Mevlânâ Da Bu Yeni Talebesini Çok Sevip, Bütün Feyz Ve Teveccühlerini Onun Üzerine Çevirdi. Selâhaddîn'i, Kısa Zamanda Evliyâlık Derecelerine Yükseltti. Ona Olan Sevgisinden Dolayı Oğlu Sultan Veled'e Selâhaddîn'in Kızını İsteyerek Nikâh Yapıp Akrabâ Oldu. Selâhaddîn, On Sene Mevlânâ Hazretlerinin Sohbetiyle Ve Hizmetiyle Şereflendi. Mevlânâ'nın Sağlığında Vefât Etti. Selâhaddîn'in Vefâtına Çok Üzülen Mevlânâ Hazretleri, Talebelerinden Çelebi Hüsâmeddîn'in Üzerinde Çok Durarak, Onu Kendisine Vekîl Olacak Şekilde Yetiştirdi. Çelebi Hüsâmeddîn'in, Mevlânâ'ya En mühim Yardimi mesnevî'yi Yazmasi Oldu. Mevlânâ Hazretleri, Mânevî Bir Aşkla Edebî De?eri Yüksek İslâm Ahlâkinin Üstünlü?ünü Anlatan İnce Bilgiler Ve Allah Sevgisiyle Dolu Beytler Söyledi. mesnevî'nin İlk On Sekiz Beytini Kendisi Yazdi, Di?er Beyitleri İse, Kendisi Söyleyerek Çelebi Hüsâmeddîn'e Yazdirdi. Böylece Daha Bir Benzeri Yazilmamiş Olan mesnevî-i Şerîf meydanageldi.
mevlânâ Bir Gün Meclisinde Bir Gencin, Bir İhtiyârın Üst Tarafında Oturduğunu Gördü. O Gence Bir Şey Söylemeden, Hazret-i Ali'nin Sabah Namazına Giderken Önünde Yürümekte Olan Yahûdî Bir İhtiyarı, Yaşına Hürmeten Geçmediğini, Bu Sebeple Namaza Geç Kalınca, Birinci Rekatın Rükûunda Cebrâil Aleyhisselâmın Resûlullah'ın Sırtına Lutf İle Dokunup Durdurduğunu Ve Hazret-i Ali'nin Yetiştiğini Anlatıp; "yahûdî İhtiyara Hürmet Edilince, Müslüman İhtiyara Daha Çok Hürmet Edilir. Hele Ömrünü Dîne Uymakla Geçirmiş İhtiyarlara Saygı Ve Hürmet Gösteren Gençlerin, Allahü Teâlâ Katında Ne Kadar Yüksek Mertebe Kazanacağını Düşünmelidir." Buyurdu. Bu Nasîhatı Dinleyen Genç, Mükemmel Bir Ders Alıp, Bir Daha Büyüklerin Üst Tarafına Oturmadı.
bir Yerde Büyük Bir Cemiyet Tertîb Edilmişti. İlim Sâhibi Biri; "bugün Mevlânâ, Bu Mecliste Ne Söylerse, Karşı Gelip, Ters Cevap Vereceğim." Dedi. Oradakilerin Nasîhatlerine Rağmen, O Sözünde ısrar Etti. O Sırada Mevlânâ Kapıdan İçeri Girip, Söze Başladı: "lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullah, Söylüyorum. Bana Karşı Çıkıyorsan Çık, Ters Cevap Verebiliyorsan Ver." Buyurdu. Bu Hâli Gören O Kibirli Adam, Tövbe Edip Mevlânâ'nın Elini Öptü, Sâdık Talebelerinden Oldu.
sultan Rükneddîn'in Hanımı Anlatır: "bir Gün Mevlânâ Hazretleri Âniden Aramızda Peydâ Olup; "acele Bu Evden Çıkın, Çabuk Olun, Evi Boşaltın!" Buyurdu. Biz Hemen Evden Çıktık. Çıkar Çıkmaz Ev Yıkıldı. Hepimiz Kurtulduk. Mevlânâ'nın Bu Kerâmetinin Bir Şükrânesi Olarak, Sultan Rükneddîn, Bin Altını Mevlânâ'nın Medresesinde Okuyan Talebelere Dağıttı.
bâzı Beyler, Sultan Rükneddîn'i Aksaray'a Dâvet Ettiler. Mevlânâ; "gitme!" Dedi. İkinci Dâvette Sormadan Gitti Ve Orada Öldürüldü.
imâm İhtiyârüddîn Anlatır: "birgün Mevlânâ İle İkimiz Hüsâmeddîn Çelebi'nin Bağına Gidiyorduk. Ben, Mevlânâ'nın Ardından Yavaş Yavaş Giderken, Onun Bir Arşın Kadar Yüksekten Havadan Gittiğini Gördüm. Hayretimden Kendimden Geçmişim. Ayıldığımda Gördüm Ki, Mevlânâ Hazretleri Gitmiş. Acele Ederek Kendilerine Yetiştim. Kulağıma Eğilerek; "insanoğlu Bir Kuştan Daha Mı Âciz Ki, Havaya Kalkmasına Hayret Ediyorsun?" Buyurdu. Bağa Vardık. Sohbet Esnâsında Mevlânâ, Hüsâmeddîn Çelebi'ye; "isterim Ki, Şeyh Ziyâeddîn'in Dergâhı Bizim Hüsâmeddîn Çelebi'nin Olsun." Buyurdu. Hüsâmeddîn Çelebi; "efendim! Başkalarının Makâmında Gözüm Yoktur." Dedi. Mevlânâ; "iyi Ama Benim Gönlümden Öyle Geçti." Buyurdu. Sonra Sohbet Bitti. Ertesi Sabah Şehirden Gelenler, Şeyh Ziyâeddîn'in, Dergâhında Âniden Öldüğü Haberini Getirdiler. İki-üç Gün Sonra Da Hüsâmeddîn Çelebi Oraya Müderris Tâyin Edildi."
hanımı Anlatır: "bir Gün Mevlânâ Evden Kayboldu. Hiçbir Yerde Bulamadık. Bir Ara Uyumuşum. Uyandığımda Mevlânâ'yı Namaz Kılarken Gördüm. Mübârek Ayakları Tozlu İdi. Sonra Ayakkabılarını Çevirmek İstedim, Onlarda Kırmızı Kumlar Gördüm. Sorduğumda; "mekke'de Bir Velî Dostum Vardır. Biraz Onunla Sohbet Ettim. O Kum, Hicaz'ın Kumudur." Buyurdu. Bu Kadar Kısa Zamanda Oralara Gidip Gelmek Nasıl Olacağı Aklıma Geldi. Hemen Anlayıp; "allahü Teâlânın Velî Kulları Gönül Gibi, Bir Anda Her Yeri Dolaşabilir." Buyurdu. Böylece Tayy-i Mekânı Târif Ettiler. Yâni Kısa Zamanda Uzak Yerlere Gitmeyi Ve Çok İş Yapmayı Anlattılar."
mevlânâ'yı Çok Sevenlerden Biri, Vefât Etmeden Yaptığı Vasiyyetinde; Kabrine Mevlânâ Hazretlerinin Gelip, Kur'ân-ı Kerîm Okumasını İstirhâm Etti. O Zât Vefât Edince Vasiyyeti Mevlânâ'ya Bildirdiler. Mevlânâ Da Memnun Olup, Onun Kabrinde Kur'ân-ı Kerîm Okudu. Vefât Eden Kişinin Çocuklarından Biri, Rüyâsında Babasının Çok İyi Bir Hâlde Olduğunu Görünce; "babacığım! Bu Dereceye Nasıl Vâsıl Oldunuz?" Diye Sordu. Babası Da: "beni Kabre Koyunca Münker Ve Nekir Melekleri Suâl Sormaya Gelirken, Oraya Güzel Yüzlü Bir Melek Geldi. Onlara; "allahü Teâlâ Bu Zâtı Mevlânâ'ya Bağışladı. Onu Bırakınız! Dedi. O Günden Beri Hamdolsun Hâlim İyidir." Diye Cevap Verdi.
mevlânâ'nın Mübârek Hanımı Anlatır: "mevlânâ Hazretleri, Bir Gün Namaza Durdu. Sükûnet Ve Tevâzu İçinde Tâzim Ve Hürmetle Kur'ân-ı Kerîm Okuyor, Bir Taraftan Da Gözlerinden Yaşlar Akıtıyordu. Evde Bulunanlarla Birlikte Mevlânâ'nın Bu Hâlini Görüyor, Hayretle Ona Bakıyorduk. Namazdan Sonra Her Zamanki Gibi Tesbihini Çekip Cenâb-ı Hakk'a Uzun Uzun Yalvarıp Yakararak Duâsını Yaptı. Onun Bu Hâli Bana Çok Tesir Etti, Ağlamaya Başladım. Sonra; "ey Efendi! Dünyâda Ve Âhirette Biz Günahkârların Ümîdi Sensin. Bu Kadar Çok İbâdetinle, Böyle Korkar, Ağlar, Yalvarırsan, Biz Bu Tenbel Hâlimizle Kıyâmet Gününde Ne Yaparız?" Diye Sordum. Yemîn Ederek; "allahü Teâlânın Bana Verdiği Nîmetlerin, İhsânların Yanında Benim Yaptığım İbâdet, Yalvarışlar Ve Bütün Hareketlerim, Ziyâde Kusûr Ve Nihâyetsiz Eksiklikten Başka Bir Şey Değildir. Bütün Bu Korku Ve Yakarışlarımla; "ey Kerîm Olan Allah'ım! Benim Gibi Bir Âcizin, Bir Çâresizin Kuvveti Ve Tâkatı Ancak Bu Kadardır, Mâzur Buyur Yâ Rabbî!" Demek İstiyorum. Yoksao'na Lâyık Bir İbâdeti Kim Yapabilir?" Buyurdu.
mevlânâ Hazretleri, Müslim Veya Gayr-i Müslim Herkese Karşı Yaptığı İyi Muâmele Ve Güler Yüz İle Her Tarafta Meşhûr Oldu. O Zamanlar İstanbul'da Bulunan Meşhûr Bir Hıristiyan Papaz, Merâk Edip Mevlânâ'yı Görmek İstedi. Yollara Düşüp Konya'ya Geldi. Konya'da Yaşayan Hıristiyanlar Onu Karşıladılar. Yolda Giderken Mevlânâ'yı Gördüler. Papaz Süratle Yetişip, Mevlânâ'ya Çok Tâzim Ve Hürmet Gösterdi. Mevlânâ Da Onu İyi Karşıladı. Papaza, Papazın Yaptığından Daha Fazla İltifatta Bulundu. Papaz Ve Orada Bulunan Diğer Hıristiyanlar, Mevlânâ'nın Bu İltifât Ve Güzel Ahlâkı Ve Bu Olgunluğu Karşısında Dayanamayıp, Kelime-i Şehâdet Getirip Müslüman Oldular.
mevlânâ, Bir Gün Oğlu Sultan Veled'e: "o?lum! E?er Cennet'te Olmak İstersen, Herkes İle Dost Geçin, Hiç Kimseye Kin Tutma, Herkese Tevâzu Göster. Zîrâ Alçak Gönüllü Olmak Asil Sultanliktir." buyurdu.
mevlânâ, Ezân-ı Şerîf Okunmaya Başladığı Zaman, Ya Ayakta Durur Veya Dizi Üstüne Oturarak Huşû İçinde Dinlerdi. Bitince De Ezân-ı Şerîf Duâsını Okuyup, Salevât-ı Şerîfe Söylerdi. Sonra Namaza Kalkar, Talebelerine, Namazı Vaktinde Kılmalarını Tavsiye Ederdi. Buyururdu Ki: Belh Şehrinde Bir Kimse Vardı. Her Ne Zaman Ezân Okunmaya Başlasa Bütün İşini Bırakır, İki Dizi Üstüne Gelerek Otururdu. Ezânı, Mütevâzî Bir Hâlde Dinler, Bitince Salevât-ı Şerîfe Getirir, Ezân Duâsını Okurdu. Sonra Araya Bir İş Karıştırmadan Hemen Namazını Kılardı. Bu Kimse Devamlı Böyle Yapar, Hiç Bu Âdetini Bozmazdı. Nihâyet Bir Gün Vefât Etti. Cenâzesini Teneşirde Yıkarken Ezân-ı Şerîf Okunmaya Başladı. Cenâze Birden Doğruldu, Ezân Bitinceye Kadar Diz Üstü Oturarak Hareketsiz Bekledi. Sonra Tekrar Yattı. Cenâzeyi Kabre Koyduklarında, Suâl Melekleri Geldiler. Bu Sırada Onlara Allahü Teâlâdan; "o Kulum, İsmim Anıldığı Zaman, İsmimi Aziz Tutarak Hürmetle Beklerdi. Siz De Onu Ziyâret Edip Aziz Tutun." Hitâbı Geldi.
mevlânâ, Başkalarından Bir Şey İstemeyi Talebelerine Yasak Ederek; "başkasına El Açıp Bir Şey İsteyen, Bizim Talebemiz Değildir. Ona Dünyâda Da Âhirette De Şefâat Etmeyiz Ve Ondan Uzak Dururuz. Biz, Talebelerimize Dâimâ Vermeyi, İhsân Ve İkrâmlarda Bulunmayı, Herkese Karşı Tevâzu Üzere Bulunmayı, Tatlı Sözlü, Güler Yüzlü Olmayı Tavsiye Ediyoruz. El Açıp İstemek Bizim Yolumuzda Yoktur." Buyurdu.
sultân Veled Anlatır: "ben, Beş Yaşında İdim. Bir Gün Babamın, Talebelerine Şöyle Dediğini Duydum: "ben Yedi Yaşımda İken, Nefsim Tamâmiyle Rûhuma Tâbi Oldu. Nefsî İsteklerimden Kurtuldum." Bunu Dinleyen Talebelerden Biri; "efendim! Biz, Sizi Devamlı Nefsinizle Mücâhede Eder Hâlde Görüyoruz. Bu Sözünüzü Nasıl Anlamak İcâbeder?" Dedi. Bu Suâle; "nefs, Yaratıkların İçinde En Ahmak Olanıdır. Hep Kendi Zararını İster. Onun Yakasını Bırakmağa Gelmez. Çünkü En Büyük Düşman Nefstir. Büyüklerimiz, Ölünceye Kadar Nefsle Mücâdele Etmiştir. Biz De Öyle Yaparız." Cevâbını Verdi.
önceleri Mevlânâ Hazretlerinin Büyüklüğünü Anlayamayan, Onun Devamlı Aleyhinde Söz Söyleyen Biri Bir Gün Rüyâsında Gördüklerini Anlattı: "rüyâmda Karatay Medresesindeki Dershânenin Ortasında, Peygamber Efendimizi Oturur Hâlde Gördüm. Sanki Güneş Gökten İnmişti. Nûrundan Gözler Kamaşıyor, Eshâb-ı Kirâm Da Hizmet Ediyorlardı. Ben Huzûruna Doğru İlerleyip Kendilerine Selâm Verdim. Selâmımı Aldılar Ve Yanlarında Bulunan Tabaktaki Yahniden Bir Parça Sundular. Yahniyi Alarak; "yâ Resûlallah!etlerin En Lezzetlisi, En Güzeli Hangisidir?" Diye Sordum. Buyurdu Ki: "etlerin En İyisi, Kemiğe Bitişik Olanıdır." O Anda Uyandım. Her Tarafımı Nûr Kaplamıştı. Büyük Bir Sevinç İçinde Karatay Medresesine Gittim. Dershânenin Ortasında, Peygamber Efendimizi Gördüğüm Yerde Mevlânâ Hazretleri Oturuyordu. Hayretle Yanlarına Yaklaştım Ve Selâm Verdim. Selâmımı Tebessüm Ederek Aldı. Daha Ben Rüyâmı Anlatmadan: "sevgili Peygamberimiz; "etlerin En İyisi, Kemiğe Bitişik Olandır." Buyurdu." Dedi. Mevlânâ'nın Rüyâmdan Haberdâr Olduğunu Anlayınca, Düşüp Bayıldım. Ayıldığımda Büyük Bir Sevgiyle Ellerini Öpüp, Talebeliğe Kabûl Edilmemi Taleb Ettim Ve Sarsılmaz Bir Îtikâd İle Kendisine Bağlandım."
bir Kimse Rüyâsında Resûlullah Efendimizi Görüp, Huzûruna Vararak Hürmetle Selâm Verdi. Peygamberimiz, Mübârek Yüzlerini Öbür Tarafa Çevirdiler. O Zât, Öbür Tarafa Dolanıp Tekrar Selâm Verdi. Yine Mübârek Yüzlerini Çevirip, İltifât Etmediler. O Zât Çok Üzülerek Ağlamaya Başladı Ve Sebebini Suâl Etti. Peygamber Efendimiz; "sen, Bizim Dostumuz Olan Celâleddîn Muhammed Rûmî'den Yüz Çeviriyorsun. Hâlbuki O, Bizim Çok Sevdiğimiz Evlâdımızdır." Buyurdular. O Kimse Korku İle Uyanıp Hatâsını Anladı. Kendi Kendine; "ey Bedbaht! Şimdiye Kadar Yarasa Gibi Güneşin Ziyâsından Kaçtın. Bundan Sonra Bâri Mevlânâ Hazretlerinin Huzûruyla Şereflenip Dünyâda Ve Âhirette Saâdete Kavuş." Dedi. Hemen Mevlânâ'nın Medresesine Doğru, Onun Talebesi Olmak İçin Büyük Bir İhlâs İle Yola Koyuldu. Kapıya Geldiğinde, Muhammed İsmindeki Talebeyle Karşılaştı. Talebe, Ona; "beni Hocam Mevlânâ Hazretleri Gönderdi. Bize Kalbinde Sevgi Hâsıl Olan Bir Kimse Geliyor, Onu Kapıda Karşılayın." Dediler. "haydi İçeriye Buyurun!" Dedi. O Kimse İçeri Girip Mevlânâ'nın Elini Öpüp, Talebesi Olmakla Şereflendi.
konya Eşrâfından Muînüddîn Pervâne, Şehrin İleri Gelenlerini Yemeğe Dâvet Etti. Dâvetliler Arasında Mevlânâ Hazretleri De Vardı. Herkese Yemekler Geldi. Mevlânâ'ya Husûsî Olarak Altın Bir Tabak İçerisinde, Bir Kese Altın Konulmuş Ve Üzerine Pirinç Pilavı Doldurulmuş Bir Hâlde Arz Olundu. Mevlânâ, Tabağı Görünce Yüzünü Çevirdi Ve Elini Uzatmadı. Ev Sâhibi Yemesi İçin; "helâl Lokmadır, Buyurunuz Efendim." Diye ısrâr Edince, Muînüddîn'e; "altın Tabak İçinde Altın Kesesi Saklıyarak Bizi İmtihan Mı Ediyorsun? Bir De Yememiz İçin ısrâr Ediyorsun, Bu Size Yakışır Mı?" Dedi. Bu Sözleri Duyan Ev Sâhibi, Pek Mahcûb Olarak Mevlânâ'nın Ellerine Sarılıp Öptü Ve Kendisini Talebeliğe Kabûl Etmesini İstirhâm Etti. Mevlânâ'ya Öyle Bağlandı Ki, Onun Mânevî Yardımları İle En Önde Gelen Sâdık Talebelerinden Oldu.
emîr Ahmed Anlatır: "mevlânâ'nın İsmini Ve Vasıflarını İşiterek Ona Âşık Olmuştum. Memleketim Diyarbakır'dan Konya'ya Gitmeme, Annem Ve Babam Müsâde Etmiyorlardı. Her Geçen Gün Ona Olan Kavuşma Arzum Artıyor Fakat Nasıl Gideceğimi Bilemiyordum. Bir Gece İki Rekat Namaz Kılıp, Allahü Teâlânın Sevgili Kullarını Vesîle Ederek Çok Duâ Ve Niyâzlarda Bulundum. Sonra En'âm Sûre-i Şerîfini Okuyarak Uyudum. Rüyâmda Mevlânâ Hazretlerini Gördüm. Sîmâsı Bana Anlatılanlara Aynen Uyuyordu. Bizim Eve Gelmişti. Onu Görünce Koşarak Huzûruna Yaklaştım Ve Hürmetle Ellerinden Öptüm. Beni Kucaklayıp Alnımdan Öptü. Eline Aldığı Bir Makas İle Alnım Üzerinden Bir Mikdâr Saçimi Keserek; "bu,mesnevî âlimi Olacak." Buyurdu. Uyandi?imda, Saçlarim Ve Makas Yastik Üzerinde Duruyordu. Bu Rüyânin Tesiri Altinda İdim. Annem Ve Babam, İsrârlarima Dayanamiyarak İzin Verdiler. Do?ruca Konya'ya Gittim Ve Mevlânâ'ya Talebe Olmakla Şereflendim. mesnevî üzerinde Çalişmami Emir Buyurdular. Kisa Zamanda mesnevî hakkinda Sorulan Her Soruyu Cevaplandiracak Hâle geldim."
kârî, Kur'ân-ı Kerîmi Ezbere Bilen Muhammed Anlatır: "hacca Gidip Vazîfemizi Yaptıktan Sonra Konya'ya Dönmüştük. Hacı Arkadaşlarımızdan Bir Delikanlı, Diğer Arkadaşlarımı Zaman Zaman Mevlânâ'ya Götürüyor, Onun Sohbetlerine Katılmayı Teşvik Ediyordu. Onun Bu Hâline Şaşıyorduk. Birgün Kendisine Sebebini Sorduğumuzda; "hacca Giderken Bir Konakda Uyumuşum. Uyandığımda Kâfilenin Beni Unutup Gittiğini Gördüm. Çok Üzüldüm, Zîrâ Yolu Bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a Yalvararak Göz Yaşları Arasında Yaptığım Duâlardan Sonra, Herhangi Bir İstikâmete Doğru Yürümeye Başladım. Bir Müddet Gittikten Sonra, Kendimi Büyük Bir Sahrâda Buldum. İleride Bir Çadır Vardı. Yanına Vardığımda, İçeride Heybetli Birinin Helva Pişirdiğini Gördüm. Durumumu Ona Anlattım Ve Bu Helvayı Kime Pişiriyorsun? Diye Sordum. Bana; "bu Helvayı Sultân-ül-ulemâ'nın Oğlu Mevlânâ İçin Pişiriyorum. Her Gün Buradan Geçip Gider. Birazdan Gelmesi Lâzım. Sabredersen Onu Görürsün." Dedi. Hakîkaten Biraz Sonra Mevlânâ Geldi. İkrâm Edilen Helvadan Bir Mikdâr Yedi, Ayrıca Bana Da Verdi. Sonra Kendisine Durumumu Arzedince, Kerem Sâhibi Mevlânâ Hazretleri Bana Tebessüm Ederek; "hiç Merak Etmeyiniz, Yalnız Gözünüzü Yumup Biraz Sonra Açınız." Buyurdular. Ben Gözlerimi Yumdum. Açtığımda Kendimi Kâfilenin Yanında Buldum. İşte Benim Mevlânâ Hazretlerini Çok Sevmemin Ve Arkadaşlarıma Tavsiyede Bulunmamın Sebebi Budur." Dedi.
mevlânâ'yı Çok Sevenlerden Biri, Ticâret Maksadıyla İstanbul'a Gitmek İçin İzin İstedi. Mevlânâ Hazretleri De; "istanbul'a Gitmenize İzin Verdim. Yalnız İstanbul'da Şu Adreste Bir Kilise Var. İçinde Şu Vasıflarda Birini Bulacaksın. Ona Benden Selâm Söyle." Buyurdu. Tüccâr; "peki!" Diyerek Yola Çıktı. İstanbul'da İşini Hallettikten Sonra, Emredilen Adrese Gidip Kiliseyi Buldu. İçinde Târif Edilen Kimse Vardı. Ona, Mevlânâ'nın Selâmını Söyledi. O Kimse İle Konuşurlarken, Bir Köşede Mevlânâ Hazretlerini Murâkabe Hâlinde Oturuyor Gördü. Hayretinden Aklı Gidip Oraya Düştü Bayıldı. Kendisine Geldiğinde, Kilisede Sâdece Selâm Getirdiği Kimse Vardı. Ayrılmak İçin İzin İstediğinde, O Zât Da; "mevlânâ'ya Benden Selâm Söyleyiniz." Diye Tenbihte Bulundu. Tüccar Oradan Ayrılıp, Uzun Bir Yolculuktan Sonra Konya'ya Geldi. Doğruca Mevlânâ'nın Huzûruna Gitti. İstanbul'daki Kimsenin De Kendisine Selâmı Olduğunu Söyledi. Mevlânâ'ya Bunu Söylerken, Mevlânâ'nın Önünde O İstanbullunun Diz Üstü Oturduğunu Gördü. Yine Hayretinden Aklı Başından Gidip, Orada Bayıldı. Ayıldığında, Mevlânâ; "ey Tüccar! Bu Gördüklerini, Sağlığımda Kimseye Söyleme." Buyurdu. Bunun Üzerine Tüccar, Bütün Malını İslâmın Yayılması İçin Harcadı Ve Mevlânâ'nın Huzûruna Gelip Talebesi Olmakla Şereflendi. Dünyâ Ve Âhiret Saâdetine Kavuşmaya Çalıştı.
deyr-i Eflâtun Yâni Eflâtun Kilisesinde Bir Kimse Vardı. Üzerine Râhip Elbisesi Giyer, Kiliseye Gelenlere İslâmiyetin Üstünlüğünü Anlatır, Konuştuğu Kimselerin Müslüman Olmasına Vesîle Olmaya Çalışırdı. Bu Arada Mevlânâ Hazretlerinin Talebelerine De Çok Saygılı Davranırdı. Bir Gün Kendisine; "senin, Mevlânâ'nın Yakınlarına Bu Kadar Hürmetli Olmanın, İltifât Göstermenin Sebebi Nedir?" Diye Sordular. O Da Cevap Olarak; "biz Mevlânâ'nın Pekçok Kerâmetlerini Gördük. İsterseniz Size İçlerinden Birini Anlatayım. Bir Gün Biz Kırk Papaz, Cümlemiz Mevlânâ'ya Bir Suâl Sormak İçin Giderken, Kendisiyle Bir Fırının Önünde Karşılaştık. İçimizden Biri; "kur'ân-i Kerîmde, Meryem Sûresinin Yetmiş Birinci Âyet-i Kerîmesinin Meâlinde; "içinizden, Hiçbiri İstisnâ Edilmemek Üzere, Mutlaka Cehennem'e Varacaktir. Bu, Rabbinin Katinda Kesinleşmiş Bir Hükümdür." buyruluyor. Bu Âyet-i Kerîmeye Göre, Müslüman Olsun Kâfir Olsun, Herkesin Cehennem'den Geçece?i Bildiriliyor. Mâdem Ki Herkes Cehennem'e Girecek, O Zaman İslâmiyetin Üstünlüğü Nereden Belli Olacaktır?" Dedi. Mevlânâ; "evet. Âyet-i Kerîmede Bildirildiği Gibi, Herkes Cehennem'e Uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e Uğradığında, Cehennem'in Ateşi Ona Tesir Etmiyecektir. Hattâ Cehennem; "ey Mümin, Çabuk Geç, Nûrun Ateşimi Söndürüyor." Diyecektir. Aynı Ateş, Allahü Teâlânın Emriyle Kâfiri Yakacaktır. Ateş, Aynı Ateştir. İsterseniz Deneyelim Ve Şimdi Size Bunu Göstereyim." Dedi. Bizden, Üzerimize Giydiğimiz Gömlekleri Çıkarmamızı İstedi. Çıkarıp, Kendisine Verdik. O Da Hırkasını Çıkarıp, Bizimkilerin İçine Sardı. Öylece Fırının İçine Attı. Biraz Sonra Fırının Kapağını Açıp, Elini Alevlerin İçine Soktu. Biz Hayretle Hâdiseyi Tâkib Ediyorduk. Sonra İçerden Hırkayı Alıp Önümüze Koydu. Hırkada En Ufak Bir Yanık İzi Yoktu. İçini Açtığında, Bizim Gömleklerimizin Hepsinin Yanıp Kül Olduğunu Gözlerimizle Gördük. Sonra Mevlânâ Bize Dönerek; "ey Râhipler! İşte Gördüğünüz Gibi, Biz Ateşe Böyle Uğrarız. Siz De Böyle Uğrarsınız." Deyince, Hepimiz İnsâf Edip, Kelime-i Şehâdeti Getirerek Müslüman Olduk. Her Birimiz De, Bundan Sonra İslâmiyetin Yayılması İçin Çalışacağımıza, Hıristiyanların Doğru Yola Gelmesi İçin Uğraşacağımıza Söz Verdik. İşte Benim Mevlânâ'nın Talebelerine Hürmet Ve İltifât Etmemin Sebebi Budur."
bir Gün Kâdı Sirâceddîn İsmindeki Bir Hoca, Talebelerine; "bugün Mevlânâ'ya Gidip, Onu Soru Yağmuruna Tutalım. Öyle Sorular Hazırlıyalım Ki, Hiç Birisine Cevap Veremesin." Dedi. Talebeler Soru Hazırlamaya Koyuldular. Kendisi De Çalışmaya Başladı. Bir Ara Kâdı Sirâceddîn'in Yanında Mevlânâ Hazretleri Tecessüm Etti. Kâdı Sirâceddîn'in Yüzüne Dikkatlice Bakıp Oradan Kayboldu. Kâdı, Talebelerine; "mevlânâ Buraya Geldi." Deyince, Talebeler; "biz Görmedik Efendim." Dediler. Bu Hâl, Kâdı Sirâceddîn'in Zihnine Takıldı, Düşüncelere Daldı. Bir Saat Kadar Sonra Mevlânâ Hazretleri Tekrar Orada Göründü. Bunu Kâdı Ve Talebeleri Gördüler. Hepsine Selâm Verdi Ve Oradan Ayrıldı. Biraz Sonra Kâdı Talebeleri İle Namaz Kılmak İçin Büyük Odaya Geldiklerinde Duvarlarda Bir Takım Yazılar Gördüler. İncelediklerinde, Mevlânâ'ya Soracağı Sorular Ve Bu Soruların Cevapları Geniş Olarak, Yazılmış İdi. Kâdı Sirâceddîn Ve Talebeleri, Hayretlerinden Dona Kaldılar. Böyle Büyük Bir Âlim Ve Velînin Hakkında Besledikleri Kötü Düşüncelerine Pişmân Oldular. Hep Birlikte Gidip Mevlânâ'nın Talebesi Olmakla Şereflendiler.
malatyalı Selâhaddîn Efendi Anlatır: "gençliğimde İskenderiyye'ye Ticâret İçin Gitmiştim. Gemimiz Bir Girdaba Yakalandı, Kurtulmamız İmkânsızdı. Korku İçinde İdik. Herkes Adaklar Adamaya Başladılar. Tövbeler Ettiler. Helâllaşmaya Başladılar. Bu Arada Bana, Kurtulmak İçin Duâ Etmemi Ricâ Ettiler. Konyalı Olmam Hasebiyle, Aklıma Bir Anda Allahü Teâlânın Evliyâ Kullarından Mevlânâ Hazretleri Geldi. Hemen; "yâ Hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza Yetişmen İçin Yalvarıyorum." Diye Seslendim. O Anda, Herkesin Gözü Önünde, Gelip Gemimizin Yanıbaşında Göründü. Gemiye Yapışıp Girdaptan Kurtardı Ve Kayboldu. İskenderiyye'den Sonra Konya'ya Gittik. Mevlânâ'nın Huzûruna Çıktığımızda Bize; "elhamdülillah. Allahü Teâlânın Sevdiği Kullarından Birine Tâbi Olanlar, Dünyâda Da Âhirette De Halâs Olup, Kurtulurlar." Buyurdu. Bunun Üzerine Hepimiz Mevlânâ'ya Talebe Olmakla Saâdete Kavuştuk."
tebrizli Bir Tüccar, Ticâret İçin Konya'ya Gelmişti. Konyalı Tüccarlara; "burada Evliyâdan Bir Kimse Var Mıdır? Bir Müşkilim Var, Onu Soracağım." Dedi. Orada Bulunanlar, Mevlânâ'nın Kerâmetlerinden Bahsettiler. Seni Ona Götürelim Dediler. Tebrizli, Mevlânâ'nın Nâmını Önceden Duymuştu. Kabûl Edip Hemen Mevlânâ'nın Dergâhına Gittiler. Tüccâr Huzûra Çıktığında; "efendim, Namazımı Kılıyor, Allahü Teâlânın Emirlerini Yapıp, Yasaklarından Kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı Yapıyor, Kimseye Zararım Olmuyor. Ancak, Kalbimde İbâdetlere Karşı Bir Soğukluk Var. Huzûrum Yok. Sebebini De Bir Türlü Bulamıyorum. Bana Yardım Etmenizi İstirhâm Ediyorum." Dedi. Mevlânâ, Şöyle Bir Murâkabeden Sonra: "ey Tâcir! Sen, Magrib'de Bir Yol Üzerinde, Allahü Teâlânın Velî Kullarından Biriyle Karşılaştın. Onun Dış Görünüşünü Beğenmedin Hattâ Hakâret Gözüyle Baktın. Sendeki Huzursuzluğun Sebebi Budur. İsterseniz Şuraya Bakın." Diyerek, Karşıdaki Duvarı Gösterdiler. Tüccar Duvara Baktığında, Bir Anda Duvardan Pencere Gibi Bir Boşluğun Meydana Geldiğini Ve Bu Boşluktan O Velî Kulun Yine Bir Yol Kenarında Oturduğunu Gördü. Mevlânâ Sözüne Devâm Ederek; "bu Huzursuzluğunuzun Çâresi De, O Kimseye Gidip, Ondan Özür Dileyip, Affına Kavuşmaktır." Buyurdu. Mevlânâ, Tâcire Daha Birçok Nasîhatler Yaptıktan Sonra; "muhakkak Onu Bul, Hakkını Helâl Ettirip Duâsını Al. Bizim De Selâmımızı Söyle." Dedi. Tâcir; "peki Efendim!" Deyip Yol Hazırlıklarını Yaptı Ve Yola Koyuldu. Araya Araya O Mübârek Zâtı Buldu. Çok Özür Dileyip Mevlânâ'nın Selâmını Söyledi. Affetmesini, Hakkını Helâl Etmesini İstirhâm Eyledi. Bunun Üzerine O Mübârek Zât; "öyle Bir Kapıya Sığınmışsın, Öyle Bir Kimseden Yardım Taleb Etmişsin Ki, Reddetmek Mümkün Değil. Seni Mevlânâ Hazretleri Hürmetine Affettim. Kendisini Görmek İstersen Şuraya Bak." Deyince, Tâcir İşâret Edilen Yerde Mevlânâ'yı Gördü. Bu Hâle Gözleriyle Şâhid Olan Tâcir, O Kimseyle Vedâlaşıp, Konya'ya Geldi Ve Mevlânâ'nın Talebesi Oldu.
mevlânâ Hazretleri Her Halleriyle İnsanları Doğru Yola Teşvik Eder, Vâz Ve Nasîhatlarıyla Hasta Kalplere Şifâ Olan Sözler Söylerdi. Bir Gün Talebelerine; "ey Bizi Sevenler! Sevgili Peygamberimizin Gittiği Ehl-i Sünnet Yolundan Yürüyüp, Bu Yolu İhyâ Etmelidir. Allahü Teâlânın Sevdiği Ameller, İbâdetler İle, Helâl Yollardan Çoluk-çocuğunun İhtiyaçlarını Kazanarak, Râzı Olunan Kullar Zümresine Dâhil Olmalıdır. Hep Helâli İstemeli, Helâlinden Yiyip, Helâlinden İçmeli Ve Helâlinden Giymelidir. Söylediklerimiz, Dinlediklerimiz, Düşündüklerimiz Hep Helâl Olmalı. Her Hareketimizi Peygamber Efendimizin Hâl Ve Hareketlerine Uydurmalıyız. Herkes, Bir Sanata Sâhib Olmalı Ve Din İlimlerini İyi Öğrenmelidir. Talebelerimden Bunu Husûsen İstiyorum. Bizim Yolumuzda Olanlara, Kıyâmet Günü Yardımcı Olur, Yüzlerinin Ak Olmasına Çalışırız. Ancak, Edebe Riâyet Etmeyenler Ve Ehl-i Sünnet Yoluna Muhâlefet Edenler, Kıyâmet Günü Bizi Göremeyeceklerdir." Buyurdu.
bir Gün Huzûruna Birbirlerine Dargın İki Kişi Getirdiler. Onlara Barışmalarını Söyledi Sonra Da; "allahü Teâlâ, Bâzı İnsanları Su Gibi Latîf, Mütevâzî, Dâimâ Aşağıya Akıcı Ve Yumuşak Huylu, Bâzılarını Da Toprak, Taş Gibi Sert Mizaçlı Yarattı. Su, Toprağa Karışır, Meyvelerin Büyümesini, Canlıların İçerek Hayatlarının Devâm Etmesini Sağlar. O Sulardan Rûhlara Ve Bedenlere Gıdâ Temin Edilip, Menfaat Sağlanır. Su Toprağa Gitmezse, Topraktan Ve Sudan Lâyıkıyla İstifâde Edilmez. Ey Nûreddîn! Bu Arkadaşın Toprak Hükmünde Olup, Yerinden Kalkmaz Ve Barışmaz İse, Sen Su Gibi Tevâzu Üzere Olup, Anlaş. Herkes Bilir Ki, İki Küs Olan Kimseden Hangisi Öbüründen Önce Davranırsa, Cennet'e Ötekinden Önce Girecektir. Daha Çok Sevap Kazanacaktır. Dolayısıyla, Bu Barıştan Her İkiniz De İstifâde Etmiş Olacaksınız." Buyurdu. Bunu Dinleyen İki Küs Kimse, Daha Çok Sevap Kazanmak Gayretiyle Hemen Barıştılar.
bir Kimse, Geçim Darlığından Şikâyette Bulundu. Bunun Üzerine Mevlânâ Hazretleri O Kimseye; "eğer Sana, Âzâlarından Birini Kesip, Yerine Bin Altın Verelim Deseler Râzı Olur Musun?" Diye Sordu. O Da; "hayır, Râzı Olmam." Diye Cevap Verdi. Bunun Üzerine Mevlânâ Hazretleri; "ey Kardeşim! Mâdem Ki Râzı Olmazsın, Niçin Geçim Sıkıntısından Şikâyette Bulunursun? Fakirim Diyorsun, Bu Kadar Altından Daha Kıymetli Âzâların Var İken, Vücûdun Sıhhatte Ve Âfiyette İken, Niçin Bunları Sana Bedâvadan İhsân Eden Allahü Teâlâya Şükretmiyorsun? Allahü Teâlâ; Meâlen "nîmetlerimin Kiymetini Bilir, Emretti?im Gibi Kullanirsaniz Onlari Arttiririm." (ibrâhim Sûresi: 7) Buyurdu.
mevlânâ Hazretleri Bütün İşleri İhlâs İle, Allahü Teâlânın Rızâsı İçin Yapmak Lâzım Olduğunu, Bir Misâl İle Şöyle İzâh Ettiler: "nişâburlu Bir İlim Talebesi İle Bir Tüccar Yol Arkadaşı Oldular. Çok Fakir Olduğundan Talebenin Ayakkabısı Yoktu. Yalın Ayak Yürürken, Tüccar Bir Çift Ayakkabı Verdi. Sonra Tüccar, Talebeye İkide Bir; "ey Talebe! Yolun Düzgün Yerinden Yürü... Sivri Taşlara Basma... Ayaklarını Sürüme... Dikenli Yerlerden Gitme.. Ayakkabıyı Eskitme..." Diye Tembih Ediyordu. Bu Tenbihler Talebeyi Usandırdı. Sonunda Talebe Dayanamayıp Ayakkabıları Çıkardı, Tüccarın Önüne Bıraktı Ve; "ben Senelerce Yalın Ayak Seyâhat Ederim. Kimse Bana Bunun İçin Bir Şart Koşmuyordu. Şimdi Verdiğin Bu Ayakkabılar İçin Sana Mahkûm Olamam." Dedi. İşte Burada Olduğu Gibi, Yapılan Hayır-hasenât Karşılıksız Olmalı Allahü Teâlânın Rızâsı İçin Yapılmalıdır. Ancak Böyle Olursa Makbûl Olur.
devlet Memurlarından Bir Kimse, Zaman Zaman Mevlânâ Hazretlerini Ziyâret Eder, Vazîfesinden Ayrılarak Devamlı Onun Hizmetiyle Şereflenmek İstediğini Bildirirdi. Mevlânâ Da, Vazîfesini Bırakmamasını İster, Ona Nasîhatler Ederdi. Bir Gün Ona Şu Menkıbeyi Anlattı: "abbâsî Halîfesi Hârûn Reşîd Zamânında Bir Zâbıta Âmiri Vardı. Hızır Aleyhisselâm İle Her Gün Görüşüp Sohbet Ederlerdi. Zâbıta Âmiri Bir Gün Vazîfesinden İstifâ Etti. Zâhid Olup İnsanlardan Ayrı Yaşamaya, Kimseyle Görüşmeyip Tek Başına İbâdet Yapmağa Başladı. Fakat İstifâ Ettikten Sonra Hızır Aleyhisselâm Kendisine Hiç Uğramaz Oldu. Bu Duruma Zâbıta Âmiri Çok Üzüldü. Her Gün Sabahlara Kadar Cenâb-ı Hakka Yalvarıp, Gözyaşı Döktü, Tövbe İstigfâr Etti. Bir Gece Rüyâsında Hızır Aleyhisselâmı Görüp Yalvardı. "ey Vefâlı Dost! Ben Seninle Devamlı Olarak Sohbet Etmek Maksadıyla Dünyâ Makamlarından İstifâ Ettim. Uzlete Çekilip, Yalnız Başıma İbâdet Etmeye Başladım. Böylece Sana Kavuşurum Sandım. Hâlbuki Tam Tersine Seninle Artık Hiç Görüşemedim. Beni, Mübârek Cemâlinize Hasret Bıraktınız. Acabâ Bunun Hikmeti Nedir? Yoksa Bir Kusûr Mu İşledim? Bu Şekilde Daha Ne Kadar Hasretinizle Yanacağım?.." Gibi Sözlerle Yanıp Yakılarak Ağladı. Zâbıta Âmirinin Bu Acınacak Durumuna Dayanamayan Hızır Aleyhisselâm; "ey Azîz Dostum! Benim Sana Görünüp Sohbet Etmemin Sebebi, Yaptığın İbâdetler, Hayır Hasenât İle Değildi. Senin O Mühim Vazîfeni Yapıp Müslümanların İşlerini Hak Ve Adâlet İle İdâre Ettiğin İçin Gelip Seninle Sohbet Ediyordum. Hâlbuki, Sen Bu Kıymetli Vazîfeyi Bırakıp, Müslümanlara Hizmeti Terkettin. Hattâ Onları Adâleti Olmayan Biriyle Başbaşa Bıraktın. Sâdece Kendi Menfâatin İçin Bir Köşeye Çekildin. Kendi Menfaatini Müslümanlara Tercih Ettin. Şimdi O Yerine Geçen Şahıs, Müslümanlara Zulüm Ve Gayr-i Meşrû İşler İle Elem Vermektedir. Şu Anda Onlar Sıkıntı Ve Üzüntü İçindeler. Bunlara Hep Sen Sebeb Oldun. Elbette Senin Şahsî Menfaatinin, Müslümanların Umûmî Menfaatleri Yanında Bir Kıymeti Yoktur. Çünkü Uzlete Çekilip Abdest Almayı, Namaz Kılmayı, Oruç Tutmayı, Zikir Etmeyi Herkes Yapabilir. Fakat Makâmı İle Müslümanlara Hizmet Etmeyi Herkes Yapamaz. Bunun İçin Artık Senin Yanına Gelmiyorum." Dedi. Zâbıta Âmiri Bunları Dinledikçe Gözyaşları Sel Oldu Ve; "çok Doğru... Çok Doğru..." Dedi. Uyanınca, İstifâ Etmekle Ne Büyük Bir Hatâ Yaptığını Anladı. Sabah Olunca Derhal Hükümdârın Huzûruna Çıkıp, Eski Vazîfesini Yeniden İstedi. Hükümdâr Anlayışla Karşılayıp, Onu Tekrar Eski Vazîfesine Tâyin Etti. İşte Bu Zâbıta Âmirinin Vazîfesi Müslümanlar İçin Ne Kadar Kıymetli İse, Senin Vazîfen De O Derece Mühimdir. Bunun İçin, Benim Hizmetime Gelmenden Çok, Vazîfene Devâm Etmen Önemlidir. Çünkü Senin Vazîfen, Pekçok Müslümanı İlgilendiriyor. Onların Başında Senin Gibi Adâletli Ve Emîn Bir Kimsenin Bulunması Lâzımdır. Böylece Onlar Da Huzur Ve Refah İçinde Yaşasınlar. Bizim Rızâmız Bundadır. İstifâ Edip Bize Hizmette Bulunmana Aslâ Rızâmız Yoktur."
bir Gün Birkaç Kişi Gelip Mevlânâ Hazretlerine; "efendim! Allahü Teâlânın Velî Kulları Vefât Edince, Tasarruf Hakkına Sâhib Olurlar Mı? Hayatta Oldukları Gibi İnsanlara Yardım Edip, Sıkıntılarını Giderirler Mi?" Diye Sordular. Mevlânâ Hazretleri De; "cenâb-ı Hakk'ın Evliyâ Kulları Âhirete İntikâl Ettiklerinde, Dünyâdakine Oranla Daha Çok Tasarrufa Sâhib Olurlar. Dünyâdaki Tasarruf Hududlu, Âhiretteki İse Hududsuzdur." Buyurdu. Oradakiler; "dostlarınıza Ve Talebelerinize Dünyâdaki Gibi Âhirette De İhsân Ve Merhamet Eder Misiniz?" Deyince, Mevlânâ; "ey Dostlarım! Kılıç Kınında İken Kesmez. Kınından Çıktığı Zaman Keser. Bize Şefâat Hakkı Verilirse, Elbette Biz De Sizlere Şefâat Ederiz." Buyurdu.
mevlânâ Hazretleri Kendisine Vedâlaşmak Üzere Gelmiş Bulunan Ve Nasîhat İsteyen Sevdiklerine; "kardeşlerim! Aklınız Bir Servet Ve Bir Makâma Bağlı Kalmasın. Yalnız Kalp Gözlerinizin Açılmasını Düşünün. Birbirlerinizi Çok Seviniz. Çünkü Düşmanlar Pusudadır." Buyurdular.
talebelerinden Biri, Mevlânâ Hazretlerine İncir Getirmişti. Mevlânâ Hazretleri İnciri Aldı Ve; "hayli Güzel İncir, Fakat Kemiği Var." Buyurdu Ve Yere Bıraktı. Talebe; "incirin Nasıl Kemiği Olur?" Diye Hayret Etti Ve Yavaşça İncirleri Alıp Gitti. Bir Zaman Sonra Tekrar Bir Sepet İncirle Dönüp Geldi Ve Sepeti Mevlânâ Hazretlerinin Önüne Koydu. Mevlânâ Hazretleri Bir Tane Alıp Yedi Ve; "bu İncirin Kemiği Hiç Yoktur." Buyurdular Ve İncirleri Orada Bulunanlara Dağıtmasını Emrettiler.
herkes Bu Duruma Şaşakaldı. O Talebe Dışarı Çıktığında Oradakiler Ona Gidip İnciri Nereden Topladığını Sordular. O Da; "vallahi Bir Dostum Vardı. Onun Bahçesine Uğradım. Bahçıvanı Bağda Bulamadım. İzni Olmaksızın Bir Sepet Toplayıp Mevlânâ Hazretlerine Getirdim. Fakat Niyetim Bahçıvanı Gördüğümde Topladığım İncirlerin Bedelini Ödemekti. Mevlânâ Hazretleri Velîlik Nûru İle Bunu Anladı Ve Yemedi. İşte İncirin Kemiği Buydu. Bu Defâ Doğruca O Dostun Bağına Vardım. Ondan İyi İncir Satın Alıp Bedelini Ödedim Ve Helâllaştım. O Da Kabûl Etti. İşte Mevlânâ Hazretleri Bunu Kabûl Edip İltifâtlarda Bulundu.
bir Gün Mevlânâ Hazretlerine Kötü Huylu Ve Kötü Tabiatlı Kimselerden Soruldu. Bunun Üzerine Şu İbretli Hâdiseyi Anlattı: "bir Gün Bir Akrep Bir ırmağın Kenarında Dolaşıyordu. Birdenbire Bir Kaplumbağa Akrebin Yanına Gelip Ona; "burada Ne Yapıyorsun?" Dedi. Akrep; "ben ırmağın Öte Yanına Geçmek İçin Bir Çâre Arıyorum. Çünkü Benim Bütün Yavrularım ırmağın Öte Yanındadır." Diye Söyledi. Kaplumbağa Da Şefkati Ve Yabancıya İyi Davranması Sebebiyle Onu En Yakın Bir Akrabâsıymış Gibi Sırtına Alıp Su Üzerinde Yüzmeye Başladı. ırmağın Ortasına Gelince Akrebin Sokmak Arzusu Uyandı. Kaplumbağanın Sırtında İğnesini Dokundurdu. Kaplumbağa; "ne Yapıyorsun?" Diye Sordu. Akrep; "hünerimi Gösteriyorum. Sen Bana İyilik Edip Yarama Merhem Koydun. Ben De Sana İğnemi Sokuyorum. Benim Göstereceğim Şefkat De Ancak Budur." Dedi. Bunun Üzerine Kaplumbağa Hemen Suya Daldı. Akrep De Boğulup Gitti." Mevlânâ Hazretleri Bundan Sonra Şu Beytleri Okudu: "câhil, Yakınlık Gösterse De Sonunda Câhilliğinden Ötürü Seni İncitir." Sonra Da; "ahmağın Sevgisi, Ayının Sevgisine Benzer. Onun Kini Sevgi, Sevgisi Kindir. Haydi Kötü Nefsi Öldürün. Bu Hususta İhmal Göstermeyin. Onu Diri Bırakmayın. Çünkü O Akreptir." Buyurdular.
bir Kısım İnsanlar Mevlânâ Hazretlerine Gelip; "bâzı Kimseler Mescidde Dünyâ Lafı Ediyor." Diye Şikâyette Bulundular. Bunun Üzerine Mevlânâ Hazretleri; "her Kim Altı Yerde Dünyâ Sözü İle Meşgûl Olursa Otuz Yıllık Temiz Ve Kabûl Olmuş İbâdeti Reddedilir Ve Boşa Gider. Bu Altı Yerin Birincisi Mescid, İkincisi İlim Meclisi, Üçüncüsü Cenâze, Dördüncüsü Mezarlık, Beşincisi Ezan Vakti, Altıncısı Kur'ân-ı Kerîm Okunurkendir. Bunların Herbirisinin Geniş Açıklamaları Vardır." Buyurdu.
bir Gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn Keykâvus, Mevlânâ Hazretlerini Ziyârete Gelmişti. Mevlânâ Hazretleri Ona Gerektiği Gibi İltifat Etmedi. Sultan Bu Hâle Şaştı Ve Tevâzu Gösterip; "mevlânâ Hazretleri Bana Nasîhatte Bulunsun." Dedi. Bunun Üzerine Mevlânâ Hazretleri; "sana Ne Nasîhat Vereyim? Sana Çobanlık Emretmişler, Sen Kurtluk Ediyorsun. Sana Bekçilik Emretmişler Sen Hırsızlık Yapıyorsun. Allahü Teâlâ Seni Sultan Yaptı, Sen Şeytanın Sözü İle Hareket Ediyorsun." Buyurdu. Bu Ağır Nasîhat Üzerine Sultan Ağlayarak Dışarı Çıktı. Medresenin Kapısında Başını Açıp Tövbe Etti Ve; "yâ Rabbî! Mevlânâ Hazretleri Bana Sert Sözler Söyledi İse De Senin İçin Söyledi. Ben Zavallı Kul Da Bu Alçak Gönüllülüğü Ve Yakarışı Gösteriyor Ve Sana Yalvarıyorum. Bana Merhâmet Et." Dedi Ve Pişmanlıkla Oradan Ayrıldı.
bir Zaman Selçuklu Vezîri Muînüddîn Pervâne, Mevlânâ Hazretlerini Ziyârete Geldi. Fakat Mevlânâ Hazretleri Onu Karşılamaya Çıkmadı. Vezir Büyük Bir Sıkıntıyla Mevlânâ'nın Kapısında Beklemeye Başladı. Sultan Veled Babası Adına Vezîre Mâzeretler Beyân Edip Özür Diledi Ve; "efendim! Babam Dedi Ki, Çok Defâ Benim Allahü Teâlâ İle İşim Ve Hâllerim Olur. Vezirler Ve Dostlar Beni Her Zaman Göremezler. Onlar Kendi Hâlleri Ve İşleri İle Meşgul Olsunlar. Biz Gider Kendilerini Buluruz." Buyurdu. Dedi. Vezir Bu Sözler Üzerine Başını İki Eli Arasına Alıp Düşüncelere Daldı. Bu Esnâda Mevlânâ Hazretleri Çıkageldi. Vezir Hemen Ayağa Kalkıp; "efendim Niçin Bize Geç Görünüyorsunuz?" Dedi. Mevlânâ Hazretleri Buna Hiç Ses Çıkarmadı. Vezir; "ben Şöyle Bir Şey Düşündüm. Sanki Bana; "ey Pervâne! Muhtaç Bir Kimsenin Beklemesi Büyük Zahmettir. Bunu Öğren Ve Hiç Kimseyi Kapıda Bekletme." Demek İstediniz Öyle Değil Mi?" Dedi. Mevlânâ Hazretleri Tebessüm Edip; "güzel Düşünmüşsün. Ama Öteden Beri Âdettir. Birinin Kapısına Çirkin Bir Dilenci Gelse, Onun Karanlık Benzini Görmemek Ve Sesini İşitmemek İçin Eline Bir Şey Tutuşturulup Yolcu Edilir. Ne Var Ki, Güzel Huylu, Hoş Biri Geldiğinde; "ekmek Pişinceye Kadar Biraz Sabret Ve Bekle." Derler. Bizim De Geç Gelmemizin Sebebi Sizin Muhabbet Ve Sevginizin Bize Hoş Gelmesi Ve Bunları Daha Çok İşitmek İçindir. Vezir Sevildiğini Anlayıp Gözyaşlarını Tutamadı. Sevinçli Olarak Oradan Ayrıldı.
mevlânâ Hazretleri Çok İbâdet Ederdi. Yine Bir Gece Sabaha Kadar Namaz Kılmıştı. Yakınları Kendisine; "bu Nasıl Namazdır?" Dediler. Mevlânâ Hazretleri Onlara; "allahü Teâlânın Yenilmez Arslanı Hazret-i Ali Namaz Vakti Olunca Titrer Ve Rengi Solardı. Ona; "ey İmâm! Neyin Var?" Diye Sorulduğunda, O; "kur'ân-i Kerîmde meâlen; "biz Emâneti, Göklere Yere Ve Da?lara Teklif Ettik De Onlar Bunu Yüklenmekten Çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu İnsan Yüklendi." (ahzâb Sûresi: 72) Buyruldu. Emânet Vakti Geldi." Derdi. Namaz Sözle Anlatılamayacak Bir Şekilde Allahü Teâlâ İle Konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin Hâli Böyle Olunca Bizlerinki Nasıl Olmalıdır?" Buyurdular.
buyurdular Ki; "sünnet-i Seniyyeye Harfiyen Uymak Lâzımdır."
"helâl Kazanıp Helâlden Yemeli, Giyinmeli, Çalışmalıdır. Her Hareketi Resûlullah Efendimize Uydurmalıdır."
"dargınlar Barışmalıdır. Önce Davranan Önce Cennet'e Girer."
"tenhâda Yalnız Kalınca Da Günahtan Sakınmalıdır."
"nefsi Mağlûb Etmek İçin, Onu Rahatsız Etmelidir. İstediği Şeyi Vermemelidir. En Tesirlisi, Gündüzleri Oruç Tutmak, Geceleri Az Uyuyup Namaz Kılmaktır."
gururlu Olmayınız, Nefsinizle Mücâdele, Riyâzet Ediniz. Peygamberimiz Hep Riyâzet Çekmiş, Zenginlik İstememiş, Arpa Ekmeğini Bile Doyuncaya Kadar Yememiştir."
"hakîkî Bir Âlime, Rehbere Teslim Olmalıdır."
mevlânâ Celâleddîn Rûmî Hazretleri 1273 Senesinde Hastalandı. Hasta İken Başkalarına Olan Borçlarını Gönderdi. Onlardan Bâzıları "biz Helâl Etmiştik" Dedilerse De Tekrar Gönderip Almalarını Sağladı. "elhamdülillah Bu Tehlikeden Kurtulduk." Diyerek Kul Hakkına Çok Dikkat Etmek Lâzım Geldiğine İşâret Etti.
mevlânâ Hazretleri Hasta Döşeğinde Yatmakta İken Yedi Gece Çok Şiddetli Derecede Zelzele Oldu. Birçok Evler Ve Bağların Duvarları Yıkıldı. Herkes Bu Durumdan Korkup Feryâd Etmeye Başladı. Bu Sırada Mevlânâ Hazretleri; "evet Zavallı Toprak Yağlı Bir Lokma İstiyor. Bunu Vermek Lâzım." Buyurdu Ve Sonra Da; "ben Size, Gizlide Ve Açıkta Allahü Teâlâdan Korkmayı, Az Yemeyi, Az Uyumayı, Az Söylemeyi, Günahlardan Çekinmeyi, Oruca, Namaza Devâm Etmeyi, Dâimâ Şehvetten Kaçmayı, Halkın Eziyetine Ve Cefâsına Dayanmayı, Aşağı Ve Sefih Kimselerle Düşüp Kalkmaktan Uzak Durmayı, Kerîm Olan Sâlih Kimselerle Berâber Olmayı Vasiyet Ederim. Çünkü İnsanların Hayırlısı, İnsanlara Faydası Dokunandır. Sözün Hayırlısı Da Az Ve Öz Olanıdır. Hamd, Yalnız Allahü Teâlâya Mahsustur." Buyurdu.
mevlânâ Hazretleri Bir Ara Talebelerinin Önde Gelenlerinden Sirâceddîn'i Yanına Çağırdı Ve Ona Bir Duâ Öğretti. Bunu Hoş Ve Sıkıntılı Zamanlarda Okumasını Tenbih Etti: "yâ Rabbî! Beni Sana Ulaştırmaya Vesîle Olan Mevlânâ'ya Hasret Çekiyorum. Sana Vesîle Olan Sağlığı, Sıhhati Seni Bol Bol Tesbîh Etmek, Anmak İçin İstiyorum. Yâ Rabbî! Bana, Ne Senin Zikrini Unutturacak, Sana Olan Şevkimi Söndürecek, Seni Tesbih Ederken Duyduğum Lezzeti Kesecek Bir Hastalık, Ne De Beni Azdıracak, Şer Ve Kötülüğümü Arttıracak Bir Sıhhat Ver. Ey Merhamet Edenlerin En Merhametlisi, Merhametinle Bu Duâmı Kabûl Et."
mevlânâ Hazretlerinin Hastalığında, Yanına Hocası Sadreddîn-i Konevî Ve Şehrin İleri Gelen Âlimleri Geldiler. Ziyâret Esnâsında Mevlânâ'ya; "allahü Teâlâ Âcil Şifâlar Versin. İnşâallah En Kısa Zamanda Sıhhat Bulursunuz? Zîrâ Siz, Âlemin Rûhusunuz, Âlem Sizinle Hayat Bulur." Dediler. Mevlânâ Onlara; "bundan Sonra Cenâb-ı Hak, Size Şifâlar, Sıhhat Ve Âfiyetler İhsân Eylesin. Artık Bizim İşimiz Bitmiştir. Rabbimle Aramızda, Kıldan Yapılmış Bir Gömlek Kaldı. Kısa Zamanda O Gömleği De Çıkarıp Nûru Nûra Ulaştırırlar. Artık Bana Duâ Ediniz." Buyurdu.
mevlânâ Hazretlerinin Vefâtı Sırasında Medresede Bulunan Bir Kedi Feryâd Etmeye Başladı. Bunu Hasta Yatağında İşiten Mevlânâ; "bu Kedicik Niçin Feryâd Ediyor Biliyor Musunuz?" Orada Bulunan Dostları Ve Talebeleri; "siz Bilirsiniz Efendim." Dediklerinde; "bu Günlerde Siz, Hakîkî Âleme, Asıl Vatana Göç Edeceksiniz. Biz Çâresizleri Yetim Bırakacaksınız... Bizim Hâlimiz Ne Olacak?.. Diyor." Buyurdu.
dostları, Talebeleri; "efendim! Zât-ı Âlinizden Sonra Kime Tâbi Olalım. Yerinize Kimi Bırakacaksınız?" Diye Sordular. Mevlânâ Hazretleri De; "hüsâmeddîn Çelebi'ye Tâbi Olunuz. Onu Yerime Vekil Bırakıyorum." Buyurdu. Oradakiler Bu Suâli Üç Defâ Sordular. Üçünde De Aynı Cevâbı Aldılar. "cenâze Namazınızı Kim Kıldırsın?" Diye Sordular. Ona Da; "hocam Sadreddîn Konevî Hazretleri Kıldırsın." Buyurdular.
hüsâmeddîn Çelebi Anlatır: "mevlânâ Hazretlerinin Son Günüydü. Fevkalâde Yiğit Bir Delikanlının, Hocam Mevlânâ'nın Bulunduğu Yerde Belirdiğini Gördüm. Mevlânâ, Kalkıp Bu Delikanlıyı Karşılayarak, Bana; "döşeği Kaldırın." Buyurdu. Ben Hayret Ettim. Çünkü Hocam Hasta İdi. O Delikanlının Yanına Varıp; "siz Kimsiniz Ki, Hocam Hasta Yatağından Kalkarak Sizi Karşıladı?" Diye Sordum. O Da; "ben Azrâil'im. Rabbimizin Emrini Yerine Getirmek, Mevlânâ'yı Öbür Âleme Dâvet Etmek İçin Geldim." Dedi. Mevlânâ Da; "rabbimiz, Beni Kendi Hazretine Dâvet Ediyor. Artık Gitmek Zamânıdır. Yâ Azrâil! Çabuk Ol! Beni Rabbime Çabuk Kavuştur!" Deyip Kelime-i Şehâdet Getirdi. Cemâziyelâhirin Beşine Rastlayan Pazar Günü İkindi Vaktinde Fânî Hayâta Gözlerini Yumdu."
mevlânâ Hazretleri Vefât Edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn Gasl Eyleyip Yıkadı. Gasl Ânında Gördüklerini Şöyle Anlattı: "mevlânâ'nın Mübârek Cesedini Yıkamaya Başlayınca, Üzerime Öyle Bir Ayrılık Acısı Çöktü Ki Ağlamaktan Kendimi Alamadım. Yıkamak Şöyle Dursun, Zerre Kadar Hareket Etmeye Kâdir Olamadım. Yüzümü Yüzüne Dayayıp Ağladım. Yardımcılarım Hiç Ses Çıkarmıyor, Bana Mâni Olmuyorlardı. Bir Ara Dayanamadım. Vücûduna Sarılarak Ağlamak İstedim. O Anda Mevlânâ'nın Eli Bileğimi Sıkıca Tuttu. Korkumdan Aklım Başımdan Gitti. Bayılmışım. Kulağıma Uğultu Hâlinde, Sâhibini Göremediğim Sesler Geliyordu; "nûr, Nûra Karıştı. Âşık, Mâşuka Kavuştu. Bunda Endişe Edecek Bir Şey Yoktur. Çünkü, Allahü Teâlânın Velî Kulları İçin, Hiçbir Korku Yoktur Ve Onlar Mahzûn Da Olmazlar. Müminler Ölmezler, Belki Fânî Âlemden, Sonsuz Âleme Naklolunurlar." Bu Sözler Beni Kendime Getirdi."
şerâfeddîn-i Kayserî Anlatır: "sadreddîn-i Konevî Hazretleri, Talebesi Mevlânâ'nın Cenâze Namazını Kıldırmak İçin İlerlediği Zaman, Ona Birden Bire Bir Hıçkırık Gelip Kendinden Geçti. Bir Müddet Sonra Kendine Gelip Namazı Kıldırdı. Mevlânâ'nın Vefâtına Çok Üzülmüştü. Talebelerinin İleri Gelenlerinden Bâzıları; "efendim! Namaz Kıldıracağınız Zaman, Üzerinizde Hiç Görmediğimiz Bir Hâl Vardı. Acabâ Hikmeti Nedir?" Dediler. Bunun Üzerine; "namaz Kıldırmak İçin İlerlediğim Vakit, Meydanda Meleklerin Saf Saf Dizilip, Peygamber Efendimizin Arkasında Cenâze Namazını Kıldıklarını Gördüm. Gökteki Meleklerin Hepsi Mâvi Elbiseler Giyinmiş Ağlıyorlardı." Buyurdu.
mevlânâ'yı Sevenlerden Fahreddîn İsminde Biri Vefât Etmiş İdi. Onu Rüyâda Gördüler. Hâli İyi İdi. "bu Mertebeye Nasıl Kavuştun?" Diye Sorduklarında, "mevlânâ'nın Türbesi Yapılırken Bir Direk Lâzım Olmuş. Bana Gelip Durumu Bildirdiler. Ben De Cân U Gönülden Direği Verdim. Bu Sebeple Allahü Teâlâ Beni Magfiret Eyledi." Diye Cevap Verdi.
muhammed Hâdim Şöyle Anlatır: "mevlânâ'nın Yanında Kırk Yıl Hizmet Ettim. Husûsî Odasında Ne Yatak, Ne De Yastık Gördüm. Bir Gece Bile, Yatıp Uyumak Ve İstirâhat Etmek İçin Yanını Yere Koyup Yattığını Da Bilmiyorum. Mevlânâ Ezân Sesini Duyduğu Zaman, Ya Dizleri Üzerine Oturur Veya Ayağa Kalkarak, Ezân Bitinceye Kadar O Vaziyetini Hiç Bozmazdı. Bütün Ömründe Hiç Ayağını Uzatmamış Ve Yatmamıştır."
mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Olgun, Âlim Ve Velî Bir Müslüman İdi. Onun Çeşitli Din, Mezheb, Meşreb Sâhibi Kimseleri Kendisine Hayran Bırakan Merhameti, İnsan Sevgisi, Tevâzuu, Gönül Okşayıcılığı Gibi Üstün Vasıfları, İslâm Dîninin Emrettiği Güzel Ahlâkından Bâzı Nümûnelerdir. Onda, Bunlardan Başka İslâm Ahlâkının Diğer Hususları Da Kemâl Derecede Mevcuttu. Bunların Hepsini Saymak, İslâmiyeti Tamam Olarak Anlamak Ve Anlatmakla Mümkün Olur. Hazret-i Mevlânâ'yı Yalnız Bir Mütefekkir, Şâir Gibi Düşünmek Ve O Şekilde Anlamaya Çalışmak, Aslı Bırakıp, Herhangi Bir Özelliği İçinde Sıkışıp Kalmaya Benzer. Bu İse, En Azından Mevlânâ'yı Çok Eksik Ve Yarım Anlamaya, Hattâ Hiç Anlamamaya Sebeb Olabilir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ'yı, Sözlerini, Yolunu Anlamanın Anahtarını, Kendisi Bir Rubâisinde Şöyle Dile Getirmektedir:
ben Sağ Olduğum Müddetçe Kur'ân'ın Kölesiyim.
ben Muhammed Muhtâr'ın Yolunun Tozuyum.
benim Sözümden Bundan Başkasını Kim Naklederse,
ben Ondan Da Bîzârım, O Sözlerden De Bîzârım.
mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri Tasavvuf Deryâsına Dalmış Bir Hak Âşığıdır. İlmi, Teşbihleri, Sözleri Ve Nasîhatları Bu Deryâdan Saçılan Hikmet Damlalarıdır. O, Bir Tarîkat Kurucusu Değildir. Yeni Usûller Ve İbâdet Şekilleri İhdâs Etmemiştir. Ney, Rebap, Tambur Gibi Çeşitli Çalgı Âletleri Çalınarak Yapılan Törenler Ve Âyinler, İlk Defâ On Beşinci Asırda Ortaya Çıkmıştır. İlk Mevlevî Bestelerinin Bestelenmesi De Aynı Zamâna Rastlar. Bu Târih, Mevlânâ Hazretlerinin Yaşadığı Devirden 3-4 Asır Sonradır. Onun Mesnevî'sinde Geçen "ney" Kelimesi, Bâzı Kimseler Tarafından Çalgı Âleti Olan Ney Şeklinde Düşünülüp Anlaşıldığı İçin, Yanlış Olarak, Kendisinin Ney Çalıp Dinlediği Sanılmıştır.
allahü Teâlânın Aşkı İle Dolmuş, Evliyânın Büyüklerinden Olan Celâleddîn-i Rûmî (kuddise Sirruh) Ney Ve Başka Hiç Bir Çalgi Çalmadi. Mûsikî Dinlemedi Ve Raks Etmedi. Yâni Dans Etmedi. mesnevî'de Yirmi Dört Bin, dîvân'da Kirk Sekiz Bin Beyit Bulunmaktadir. Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri mesnevî'sini Nazim Şeklinde Yazarak, Düşmanlarin De?iştirmesine İmkân Birakmamiştir. mesnevî'sinden Başka;dîvân-i Kebîr, Fîhi Mâfih, Mektûbât, Mecâlis-i Seb'a gibi Kiymetli Eserleri De Vardir. mesnevî'sine Her Memlekette, Birçok Dillerde Şerhler, Açiklamalar Yapilmiştir. Bunlardan Pek Kiymetlisi Ve Lezzetlisi, Mevlânâ Câmî'nin Kitabi, Bunu Da Birçok Kimse Ayrica Şerh Etmiştir. Bunlarin İçinde De, Süleymân Neş'et Efendinin Şerhinden Elli Alti Sahifesi, Yalniz Dört Beytin Şerhi Olup, Sultan Abdülmecîd Han Zamâninda, 1847 (h.1263)'de Matba'a-i Âmire'de Tab Edilmiştir. Bu Kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise Sirruh) Buyuruyor Ki: "mesnevî'nin Birinci Beytinde [dinle Neyden, Nasil Anlatiyor, Ayriliklardan Şikâyet Ediyor] Ney, İslâm Dîninde Yetişen Kâmil, Yüksek İnsan Demektir. Bunlar Kendilerini Ve Her Şeyi Unutmuştur. Zihinleri Her An, Allahü Teâlânin Rizâsini Aramaktadir. Ney, Fârisî Dilinde, Yok Demektir. Bunlar Da, Kendi Varliklarindan Yok Olmuştur. Ney Denilen Çalgi, İçi Boş Bir Çubuk Olup, Bundan Çikan Her Ses, Onu Çalan Kimseden Hâsil Olmaktadir. O Büyükler De, Kendi Varliklarindan Boşalip, Kendilerinden, Allahü Teâlânin Ahlâki, Sifatlari Ve Kemâlâti Zâhir Olmaktadir. Neyin Üçüncü Mânâsi, Kamiş Kalem Demektir Ki, Bundan Da, İnsan-i Kâmil Kasdedilmektedir. Kalemin Hareketi Ve Yazmasi Kendinden Olmadi?i Gibi, Kâmil İnsanin Hareketleri Ve Sözleri De, Hep Allahü Teâlânin İlhâmi İledir." Sultan İkinci Abdülhamîd Han Zamâninda Ankara Vâlisi Olan, Âbidin Paşa, mesnevî Şerhi'nde, Ney'in İnsan-ı Kâmil Olduğunu, Dokuz Türlü İsbât Etmektedir. Mevlevîlik, Sonraları Câhillerin Eline Düşdüğünden, "ney"i Çalgı Sanarak, Ney, Dümbelek Gibi Şeyler Çalmağa, Dans Etmeğe Başlamışlar, İbâdete Harâm Karıştırmışlardır. Dînimizin Ve Celâleddîn-i Rûmî'nin (kuddise Sirruh) Beğenmediği Bu Oyun Âletleri, Tekkelerden Toplanarak, O Tasavvuf Üstâdının Türbesine Konunca, Şimdi Türbeyi Ziyâret Edenlerden Bir Kısmı, Bunları, Onun Kullandığını Zannederek Aldanmakda İse De, (mesnevî Şerhlerini) Okuyarak, O Hakîkat Güneşini Yakından Tanıyanlar, Elbette Aldanmamaktadır.
ney Çalmak, İlâhi Okumak, Oynamak, Ziplamak Şöyle Dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise Sirruh), Yüksek Sesle Zikr Bile Yapmazdi. Nitekim mesnevî'sinde;
pes Zi Cân Kün, Vasl-ı Cânânrâ Taleb,
bî Leb-ü Bî Gâm Mîgû, Nâm-ı Rab!
buyuruyor. Yâni, "o Hâlde, Sevgiliye Kavuşmağı, Cân U Gönülden İste. Dudağını Ve Damağını Oynatmadan, Rabbin İsmini (kalbinden) Söyle!" Demekdir. Sonradan Gelen, Mevlânâ'yı Tanımayanlar, Ney, Saz, Def Gibi Çalgılar Çalarak, Gazel Okuyup Dönerek, Dans Ederek, Nefslerini Zevklendirmişlerdir. Bu, Dînimize Uygun Olmayan Hâllerine İbâdet Adını Verebilmek Ve Kendilerini Din Adamı Tanıtabilmek İçin, Mevlânâ Da Böyle Yapardı. Biz Mevleviyiz, Onun Yolundan Gidiyoruz Diyerek, Asıldan Uzaklaşmışlardır.
halbuki Celâleddîn-i Rûmî Yine, mesnevî'de Bir Çalgıcı İle Hazret-i Ömer'in Hikâyesine Yer Verir. Hikâyede Yer Alan Çalgıcı Uzun Ve Boşuna Geçen Bir Ömrün Sonunda Mezarlığa Gelmiştir. Sonunda Pişman Olmuş Ve Hazret-i Ömer'in Elinde Tövbe Etmiştir.
büyük Âlim Abdullah-i Dehlevî Hazretleri; "üç Kitabin Eşi Yoktur. Bunlar; kur'ân-i Kerîm, Buhârî-i Şerîf ve mesnevî'dir." Buyurdu. Yâni Evliyâlik Yolunun Kemâlâtini Bildiren Kitaplarin En Üstünü mesnevî'dir. Fakat Evliyâlik Ve Nübüvvet Kemâlâtini Bildiren Kitaplarin En Üstünü, İmâm-i Rabbânî Hazretlerinin mektûbât kitabidır.
mevlânâ Hazretleri, Ölüme, "şeb-i Arûs= Düğün Gecesi" Adını Vermektedir. Onun İçin, Tasavvuf Ehline Göre Ölüm; Bir Felâket Değildir, Güzel Ve Tatlı Bir Şeydir. Tekrar Allah'a Dönmek Olduğundan, Ancak Bir Sevinç Vesîlesidir. Tasavvufta Keder Ve Ümidsizlik Yoktur. Yalnız Sevgi Ve Tecellîler Vardır. Bunun İçin Mevlânâ'nın
"gel, Gel, Her Kim Olursan Ol Gel!
allah'a Şirk Koşanlardan, Mecûsîlerden, Puta Tapanlardan Da Olsan Gel!
bizim Dergâhımız Ümitsizlik Dergâhı Değildir.
tövbeni Yüz Defâ Bozmuş Olsan Bile Gel!"
buyurduğu Söylenmektedir.