Ahmet bin Harp vardı ki, Allah adamlarından.
Şiddetle kaçınırdı, her günah ve haramdan.
Rabbine, gece gündüz yapardı çok ibadet.
Günah işlememeye, ederdi sa’yü gayret.
Ömründe, hiçbir gece uyumadı tamamen,
Bunu soranlara da, şöyle derdi cevaben:
(Bir kul ki var önünde, ya Cehennem, ya Cennet,
Ya ebedi azaplar, ya da sonsuz saadet.
Ölünce, hangisine gidecek, yok bilgisi.
Bu insanın, yatmakla olur mu bir ilgisi?
Ateş mi, saadet mi, henüz belli değildir.
Bu kişi nasıl yatar, nasıl uyuyabilir?)
Derdi ki: Ey insanlar, bu toprak, yani bu yer,
İki kısım kimseye, hayretle nazar eder.
Biri şu kimsedir ki, gafil olur ölümden.
Rahatça yatar uyur, ölümü düşünmeden.
Halbuki toprak, ona, lisan-ı hali ile,
Seslenir ki: (Ey insan, kulak ver, beni dinle.
Şu rahat yatağına girip uyursun, lakin,
Bilmezsin ki, süratle yaklaşıyor ecelin.
Yakında, sen de ölüp gireceksin içime.
Nazik tenin çürüyüp, olacak lime lime.
Böyleyken, sen nasıl da rahatça uyuyorsun?
Bu korkunç hakikati niçin düşünmüyorsun?)
Öbürü, uğraşır hep hırsla dünya işiyle,
Bir arazi yüzünden, hasımdır kardeşiyle.
Lisan-ı hali ile toprak der ona dahi:
(Ey kişi, sen de bir gün öleceksin Vallahi.
Zira bu kavgasını yaptığın arazinin,
Önceki sahipleri nerdedir, bilir misin?
Hepsi ölüp çürüdü, almıyorsun hiç ibret.
Senin de akıbetin, olacak öyle elbet.)
Derdi ki: (Çözemedim şu garip bilmeceyi.
Birine gündüz dense, o, hatırlar geceyi.
Ne kadar şaşılır ki, Cennet denilse ona,
Cehennemin varlığı, hiç gelmez hatırına.
Halbuki Vallahi var, Billahi var Cehennem.
Hem de, insanlar için yanacak ebediyen.)
Buyurdu: (Bir insan ki, erişmiş kırk yaşına.
Gitmiş gücü kuvveti ve ak düşmüş saçına.
Hatta hacca da gidip, Kâbe’yi etmiş tavaf.
Buna rağmen gafletten uyanmazsa, ne tuhaf.
O, hala oyun ile geçirirse ömrünü,
Ve hiç düşünmez ise sonunu, ölümünü,
Ne kadar acınacak bir haldedir o insan.
Eceli yaklaşmış da, o, hala eder isyan.)